Makaleler

Published on Aralık 22nd, 2022

0

Yeni dönem, yeni konular | İ. Metin Ayçiçek


…Türkiye’de sosyalist solun tarihi de göstermektedir ki, Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu, bir türlü bu tuzaktan kendini kurtaramayıp, seçimleri, propaganda özgürlüğünü nispeten daha çok kullanabilecekleri bir çalışma dönemi olarak görmek yerine, mecliste yer almayı bir zafer olarak tanımlayıp hedefi buna göre belirleme yanlışına düşmektedirler…

Her seçim döneminde Türkiye solu içerisinde aynı tartışma olur: “Sistem partileriyle ittifak olur mu olmaz mı?” Ve bu tartışma çoğunlukla aynı örnekler üzerinden sürdürülerek, kendini yenilemeden devam eder.

Bir anlamda bu böyle olmak zorundadır. Çünkü kendimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım, sonuçta bu işi Marx, Engels, Lenin gibi ustalara dayandırarak anlatmadığımız takdirde “bilimsel” (!) değeri düşecektir ve kitleleri “inandırma” (!) gücü az olacaktır. Ama, sözümüzü güzelleştirmek için sıkça tekrarladığımız “somut şartların somut tahlili” bilinci, bütün deneyimlerimizi ortaya döküp, her olguyu her hareketi, “sürekli hareket” ve “sürekli değişim” sözlerinin etkileriyle birlikte ama yaşadığı tarihsel süreçleri doğru tanımlayarak, bütünlüklü bir inceleme ve yorumlama yeteneği ister.

Ve yine politik alanda önemli kararlar eşiğindeyiz. Biliyoruz ki bu zamanlarda çokça tanığı olduğumuz bildik görüntüler tartışmalar “gırla gider”. Ve gelenek tekrarlandı: Şimde oyunun en sevdiğim sahnesi başlıyor. Bir sonbahar mevsimi. Renkleri kızıllaşan yapraklar, “vardık, varız, varolacağız” sözünün onurlu etkisini ulaşabildikleri geleceklere taşımaya çalışırken, düştüklere yerden kalkmaya enerjisi kalmamış yorgun kardeşleri, çoktan üstlerinde debeleyen cilalı postalların basıncıyla parpa parça parçalanarak, kapitalizmi göndermeye çalıştığımız asar-ı atika müzesine sığınmaya başlamışlardı bile.

*****

“Komünistler, bir ülkede, burjuvaziyle ittifak yapılabilir mi?” Elbette yapabilir. En klasik örnek olarak: Ülke topraklarının emperyalizm ya da sömürgeciler tarafından açık işgaline ya da işgal girişimine karşı böyle bir ittifak gerçekleştirilebilir. Benzer örneklerin üretilmesi mümkündür.  

Ama, bir ülkede, çıkar çatışması nedeniyle birbirine girmiş egemen sınıflardan birini güçlendirecek bir pozisyonu asla izin vermeden sürdürürüz bu çabayı. Aksi takdirde günümüzde iyice Mafyalaşmış olan burjuva devletinin en iyi bildiği işlerden biri gerçekleşir: “Kendi ayağına sıkmak!”

Bugün egemen sınıf ittifakının “demokrasi”si olmayan C Takımı ile “demokrasi”si olmayan M Takımı arasında ülkenin temel sorunlarının çözümü konusunda “yöntemler dışında” prensip olarak hiçbir fark yoktur. Emperyalizme bağımlı kapitalizmin, sömürgecilikle birlikte sürdürüldüğü “tekçi” ilkelere dayanan bir diktatörlük olduğunu biliyoruz.

Bugün birbirine karşı iktidar için mücadele eden iki blok, ne anlama geldiğini bilmediğimiz için, ancak devletin tanımıyla kullanabildiğimiz “bekaa sorunu” bu zamana kadar gösterdiği haliyle, “öteki” olarak adlandırılanların yok edilmesi, asimile edilmesi ya da egemenlerin yaşam alanından kovulması olarak sunuldu. Bu sunum şu başlıklarla tanımlanabilir:  

– Türkiye tarihinin görebildiği devlet eliyle gerçekleştirilmiş, en düşük maliyetle en sınırsız soygunlara ulaşırken, en yüksek sayıda işçi katliamlarına dayanan bir çalışma sisteminde, açlığa mahkum edilmiş bir SINIF EGEMENLİĞİNİ KORUMAK OLAN;

– Üzerinde yaşanılan bu üretken toprakların kadim halkları olan Kürtleri, Ermenileri, Rumları, Laz ve Çerkesleri, Asuri-Keldani ve diğer bütün halkları yok sayan “Sanal” bir “TÜRK” MİLLİYETÇİLİĞİ ÜZERİNE KURULMUŞ İLKEL BİR SÖMÜRGECİLİĞİ; 

– Hristiyanları, Musevileri Süryanileri, Alevileri ve diğer bütün inançları yok sayan, Cübbeli’sinden Kedicikleriyle huşu içinde vecde gelerek ibadet eden cübbesiz Mehdi’sine kadar, bütünüyle saptırılmış, Hizbullah gibi örgütler elinde büyütülmüş, Taliban ile rüştünü  kanıtlamış, El Kaide ile yeni deneyimler kazanmış, DAİŞ ile kendini yeniden varederek, Demokratik Suriye Ordusu’nu oluşturan Cumhuriyet Türkiye’si bir İslâm SONBAHARI;

– İktidarı kaybetmek korkusuyla akli dengesini, zihinsel yeteneklerini bütünüyle kaybetmiş, ve ülke halkının yaklaşık yüzde ellisini “sürtük” diye adlandırabilecek kalitesizlikte, sahte diploma ile devlet memurluğu yapılan bir diktatoryal sistemde yaşarken, iktidar ve muhalefetinin gücünün dengede olduğu bir strüktürde, terazinin hangi kefesine koyarsan oranın kesin kazanacağı bir KİLİT GÜCÜ DIŞTALAMAYA çalışmanın “milliyetçilik”ten de öte bir tanım olarak en kibarcası “ahmaklık”, normali “salaklık”, diplomatçası “yanlış hesap” ama doğrusu “Kürt Düşmanlığı” olduğunu artık yüksek sesle bangır bangır bağırarak söylemek, ve aksini söyleyene “hadi ordan dört işlemli bir matematik sorusunu bile anlayamayacak” hesap bilmez “zır cahil” ya da sağı solu belli olmadan abuk sabuk saçmalıklar yapan büyük harfle başlatarak çok özel bir mahlûk adı olarak “SOYSUZ” demek gerekmez mi?

****  

Sınıf iktidarını ve sömürgeciliği yıkmayı düşündüğümüz TC topraklarında bu yeni seçim döneminde onyıllardır tekrarladığımız, heyecan veren tartışmalar yine sahnede. Ama bu kez, sanırım kullanıla kullanıla aşındırıldığı için yeni örnekler bulma zorluğundan olsa gerek, karşı görüşleri ikna yerine, saldırmak, aşağılamak türü tavırlar daha revaçta olacak gibi.

Normal olarak “seçim dönemi” tartışmalarının aynı zamanda eğitici, üretici olması gerekir. Ama Türkiye örneğiyle sınırlarsak, ülkemizde bu dönemlerin eğiticiliği şöyle dursun, yeni gerginliklere, yeni parçalanmalara da sahne olabildiğini geçmiş denneyimlerimizden de bilmekteyiz. Sanırım bu “gelenek” sadece Türkiye Solu’na özgü bir durum değildir. Bu, Sovyetler Birliği’nin başarısızlıkla sonuçlanmış olan sosyalizm deneyiminin de negatif etkisini taşıyan, soğudukça acısı daha çok hissedilen bir “bıçak yarası” etkisi gibidir. Yüksek değerlere sahip olan nihai hedeflerimize yönelik uzun vadeli mücadelede elde edilen kazanımların çok hızlı bir süreçle çöküşü, devrimcilerin mücadele azmini de az ya da çok negatif etkileyerek dünyanın bir çok ülkesinde sosyalizm mücadelesini sistem parlamentosu çatısı altına sığdıracak kadar daraltmıştır. Sinsi sinsi gelişen bir yangın örneği gibi, Dünya işçi sınıfının psikolojisini demoralize ederek teslim alan bir ideolojik güvensizlik, ne yazık ki günümüz dünya solunun da karakteristik özelliklerinden biridir artık.

**** 

Örneğin ülkemizde sistem içi bir seçime ilişkin sürdürülebilen tartışmaların sol içerisindeki sertliği hayli gariptir. Yani, sınıfsız toplum idealini gerçekleştirmeye çalışırken, sınıflı toplumdan aldığımız kültürü sürdürerek birbirimizle çatışmak ve rekabete dayalı çok parçalılık. Düşünsel görüşlerimizi koruyarak, asgari müştereklerde birleşerek büyümek yerine, çatışarak küçücük varlığımızı sürdürebilmek ve bunun adını da “ideolojik mücadele” olarak tanımlamak (hani “kitleleri kandırmaktır” gibi bir şeyler demeyi çok isterdim, ama arkalarında anlamlı bir kitleyi de göremediğim) ne yazık ki hiçbir şey üretmeyen, hatta nisbeten büyük zaman dilimleri içerisinde bir şeyleri tüketen, kısır tartışmalar olmaktan ileri gitmemektedir.

Eh, bunu doyasıya yaşayabilmek için uygun bir ortam yakaladık sanırım. “Beklenen” seçim ve bu seçimde konumlanışımızı belirleyecek ittifaklar sorunu.

***

Türkiye’de sosyalist solun tarihi de göstermektedir ki, Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu, bir türlü bu tuzaktan kendini kurtaramayıp, seçimleri, propaganda özgürlüğünü nispeten daha çok kullanabilecekleri bir çalışma dönemi olarak görmek yerine, mecliste yer almayı bir zafer olarak tanımlayıp hedefi buna göre belirleme yanlışına düşmektedirler. Oysa günümüzde seçim yoluyla, değil bir sosyalist hükümet,  gerçek anlamda sosyal-demokrat bir hükümet kurabilmek bile mümkün değildir. Ve bu koşullar değişmediği sürece de, Türkiye Cumhuriyeti’nin görebildiği ve görebileceği en gelişmiş “sosyal demokrasi”, Meral Akşener gibi ülkücü faşistlerin devletçi programlarının ötesinde bir demokrasi vaat edemez.

Bunu Kılıçdaroğlu, düzeltme yapmaya gerek duymadığı bir söyleminde çok net cümlelerle ilan etti, ama ortada yine de çıt yok. Kılıçdaroğlu’nun da katıldığı “Kılıçdaroğlu Gönüllüleri”nin düzenlediği toplantıda konuşan eski Türk Ocağı Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Orhan Aslan, konuşmasında, CHP’nin “başörtüsü” teklifine değinerek, “Dincilerin oyununu bozdunuz. CHP’yi radikal Kemalistlerin elinden kurtardınız” sözleriyle tanımlayarak Kılıçdaroğlu’nu kutladı.

Kılıçdaroğlu bu “iltifatı” reddetmedi, ya da düzeltmedi, ve hemen arkasından yaptığı konuşmasıyla içeriğini de düşündüğü gibi doldurdu: Konuşması sıkça “Bozkurt Kemal” sloganıyla kesilen Kılıçdaroğlu, ülküdaşlarının bu övgüsüne aynı içtenlikle yanıt verdi:

Ülkücülük mü diyorsunuz, ben de ülkücüyüm kardeşim! Milliyetçilik mi diyorsunuz, ben de milliyetçiyim. Cumhuriyet Halk Partisi’nin iki kırmızı çizgisi vardır: Vatan ve Bayrak. Vatanı ve bayrağıyla sorunu olmayan herkesin başımızın üstünde yeri vardır.

Şimdi bu açıklamayı duyup da bu sözü söyleyen kişiye “cahil” ya da “yalancı” dememek mümkün değildir. Cahildir, çünkü CHP’nin altı oku, Kemalist devletin altı ilkesini temsil eder: Devrimcilik, Laiklik, Devletçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Cumhuriyetçilik. Vatan ve Bayrak diye iki ilke söz konusu değildir. Vatan, üzerinde yaşanan ve ilkelerle korunan yaşam alanının, toprağın adıdır. Bayrak meclis tarafından onaylanarak kabul edilen bir semboldür, ilke değildir. Oysa, 6 ilke, devletin kuruluşunu ve çalışma anlayışını, ideolojisini belirleyen ilkelerdir. Yani Kılıçdaroğlu, temel ilkelerden değil de kendi kafasına göre belirlediği kavramlar üzerinden “kırmızı çizgi” belirlemiş oluyor.  

***                                                                                                                   

Seçim tarihi yaklaşıyor ya, tescilli politika uzmanlarımız sahnelerde görünmeye başladılar boy boy! Bugüne kadar yaptıkları müthiş analizlerin hani birkaç saptaması doğru çıksa, “bizdendir” diye gözümü kapatıp dilimi bağlayacağım, ama olmadı. Bugüne kadar yapıldığı gibi, “faşizmi geriletmek için” CHP’ye destek olmanın faziletlerinden söz edilmesini politik duruştan çok hafıza kaybıyla dağerlendirmek nezaketini göstereyim: Faşizmi geriletecek olan partinin AKP’yi iktidara taşımakla kalmayıp, milletvekilleri için özellikle AKP döneminde çok önemli olan “dokunulmazlıkların kaldırılması”na destek veren bir muhalefet partisinden söz ediyoruz. Rastlantı değildi herhalde. Yasal bir kuruluş olan HDP binalarına silahlı saldırılarda, ya da HDP Genelbaşkanı’nın 7 yıldır cezaevinde tutulmasını ya da HDP milletvekillerinin bütün yasallık sınırları içerisinde gerçekleştirdikleri bütün etkinlikleri polis şiddetiyle engelleyen devlet girişimlerine karşı hiçbir şey yapmayan CHP’yi hadi görmezlikten gelelim, ama yanında HDP’ye kan kusan eli silahlı bir başka faşistin, ırkçı Asena’nın “HDP ile asla!” sloganlı kırmızı çizgisi ilan edilmişken, HDP’nin bu ittifak içinde yer alma isteğini anlamak mümkün değil.

Oysa biliyoruz ki, HDP kapatılsa bile, onun yerine kurulacak bir yeni partinin yine en az HDP kadar güçlü olacağını görmek için yakın tarihi çok kısa da olsa hatırlamakta yarar var sanırım. İki tarafı da faşist iki parti tarafından kilitlenmiş olan parlamento aritmatiğinde HDP’nin bağımsız olarak kendi başına parlamentoda bulunması onun pazarlık gücünü daha da artıracaktır.

Baştan beri CHP, HDP konusunda kirli bir politika izliyor. Dokunulmazlıkların kaldırılması ve devamında HDP’yi kuşatacak birçok karara desteğiyle AKP+MHP’li iktidara güçlü bir destek verilmiştir. Bu desteğin kime karşı kullanılacağını hepimiz elbette çok açık olarak biliyorduk. AKP ile CHP ve destekleri olan faşist partiler bu sömürgeci devletin sopa ve havucu olmaya çalışıyordu.

CHP, tarihinin hiçbir döneminde barışçı ve demokrat olmadı, olamaz da! Örneğin Zülfü Livaneli’nin Deniz Baykal’a ilişkin aktardığı şu “muhalefette kalma” teorisine ilişkin açıklamalar kamuoyunda yeterince tartışılabildi mi? Hayır! Ya da Baykal’a Kaset Tuzağı’na ilişkin Baykal’ın isim vererek sözünü ettiği “Genel Kurmay Başkanı” ve “Kılıçdaroğlu” adreslerinin ilişkisi açıklanabildi mi? Hayır! 1950’lerden sonra sadece askeri darbeler aracılığıyla iktidara gelebilmiş olan CHP, antidemokratik uygulamaların bütününe önderlik yaparak ya da destek vererek sömürgeci sistemin devamını sağlayan asli muhafız rolündedir.

Tamam! Şimdi, “durup dururken bu CHP düşmanlığı da nereden çıktı, hem de AKP+MHP iktidarı zamanında?” diye soranlar gülünç olduklarının farkındalar mı acaba? AK+MHP kan bağıyla açıklanabilir. İyi de CHP+İYİ Parti ve son 20 yılın bütün as oyuncularının kurduğu Millet ittifakı’nı “demokrat” yapan vaatler var mıdır, hangisidir?

***

CHP ve 6’lı sağ blok ittifakı, sonuçta MHP ve AKP ittifakından çok da farklı bir gelecek programı sergilememektedir. İnandırıcılığı olmayan vaatleri klasik “-cağız, -ceğiz” söyleminden öteye henüz bir adım ileriye bile gidemedi. Hazinesi çoktan talan edilmiş bir devletin asgari düzeyde bir maliyeti bile karşılayabilme gücü kalmamışken, vaatlerini gerçekleştirebilmek için gereken mali-maddi kaynakların nasıl elde edileceğine dair ikna edici tek bir proje sunamamaktadır. Tersine, MHP’nin çoktan bunamış yeteneksiz başkanının basiretsizliği nedeniyle, günden güne çürüyen dağılan MHP faşizminin toparlayıcı yeni lideri, CHP’den aldığı bu destek ile el değiştirerek, bir Soysuz ve aile boyu bir hırsız elinde kalmış bu sistemi yeni sahiplerine devredebilir. Açık olan bir şeyi görememek, ve uyarları da görmezlikten gelmek basiretsizlikle, hatta körlükle sağırlıkla bile açıklanamaz.

Türkiye’de bir sosyal-demokrat parti yoktur ve Cumhuriyet Tarihi içinde hiçbir zaman da olmamıştır. CHP de, Devleti’nin kurucu partisi olarak kimlik kazanmış, bu nedenle de partinin yasal kimliğinin ortadan kaldırıldığı yıllarda bile, ulusalcı-devletçi-antikomünist ideolojik varlığını sürdürmeye devam edebilmiştir. Bu nedenle CHP uzun zaman devletin kuruluş kotlarının muhafızı gibi bir misyonla tanımlanarak, iktidarda olmadığı zamanlarda da gücünü ordu üzerinden hissettirerek dayatabilen bir konumda kalabilmiştir.

Günümüzde Kılıçdaroğlu’nun sıkça MHP’li faşistlerin sloganları ya da sembol işaretleriyle sahnede boy göstermesini bir rastlantı ya da cahillikle yapılmış davranışlar olarak değil, içerisinde ciddi mesajları taşıyan bir bütünleşme çağrısı olarak görmek gerekir. Sadece Kılıçdaroğlu ile değil, İmamoğlu’nu da nefes borusundan yakalayarak istediği makamda oynatabilen ünlü faşist eski İçişleri Bakanı Akşener; yani, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bahçesini tarumar edebilen, tecrübeli faşist dişi bozkurt Asena, biliyoruz ki Kılıçdaroğlu’nu avucunun içinde oynatabilir.

Hadi, yaptığımız girişi tamamlayarak bitirelim bu yazıyı. Dilerim sosyalist sol ve bağımsız demokrasi savunucusu kuruluş ve hareketler, iktidardaki ya da muhalefetteki devletin tuzağına düşerek yanlış bir tavrın içine girmez. Sol hareketler, oya tekabül edecek bütün güçlerini HDP’de ya da mevcut sosyalist-komünist partilerde toplayarak ciddi bir bağımsız niceliksel güce dönüştürebilmelidir. Muhalefetteki devlet ile iktidardaki devletin muhtemel oy oranlarının birbirine çok yakın bir düzeyde olması olasılığı yüksektir. Böylesi durumlarda eski ve yeni isimleriyle faşist partilerle ortaklık yapıp kirlenmemiş olan HDP ile birlikte yer alan sol-demokrat oy, bir şeyleri değiştirmede anahtar rolü görebilecek bir gücü oluşturabilir. Kürt sözcüğünü ağzına bile almayı neredeyse kirlenmişlik olarak tanımlayacak geçmişi politik olarak hayli kirli olan faşist bir partinin daracık dünyası içinde, hemen teslim olarak kirlenmek yerine, HDP ve sol, sosyalist, demokrat ya da liberal, yani ülkenin yeniden kendini yaratabileceği bir politik projeye kendimizi katarak yolumuzu yürümeliyiz.


İ. Metin Ayçiçek – 22.12.2022

Tags: , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑