Tarih

Published on Mayıs 9th, 2023

0

Taner Akçam’a cevaplarım | Ayşe Hür


Bu yazıda Taner Akçam’ın konu ettiği başlıkların sadece birini, 17 Aralık 1946 tarihli Ali Öz mektubunu ele alacağım. Diğer başlıklara ise yazının sonunda kısaca değineceğim. Eğer Taner Akçam o başlıklarda tartışmayı devam ettirmek isterse memnuniyetle tartışırım…

Taner Akçam’ın 21 Nisan 2023 günlü AGOS gazetesinde yayımlanan “Okunması çok zor bir mektup” başlıklı yazıya yönelik olarak sosyal medyada yaptığım bir paylaşımla başlayan bu tartışma, aslında Taner Akçam’ın bana “neden böyle düşündüğümü” telefon veya maille sorması halinde olmayabilirdi. Nihayetinde hepimiz insanız, yanılırız, yanlışlar yaparız. Örneğin ben pek çok kez yapmışımdır.

Paylaşımım (daha sonra yaptığım bir tashihle birlikte) şöyleydi: “1937-1938’i ‘Soykırım’ olarak niteleyen ‘Dersimli olmayanlar’ın ilklerindenim. Dersim’de bu mektuptakinden daha korkunç suçların işlendiğinden kuşkum yok. Ama bu mektuptaki mantık hataları çok bariz, hikâye ediş ‘fazla mükemmel’. Bence bu mektup sahte.”

Dikkat edilirse sadece “mektup sahte” diyordum. Taner Akçam’a veya o mektubu kendisine getiren Nevzat Onaran’a veya mektubun kaynağı olan Hasan Saltık ailesine yönelik bir ithamım yoktu. Yıllardır Taner Akçam’a defalarca referans vermiş bir yazar olarak onu şahsen hedef aldığımı düşünmesi aklıma bile gelmezdi. Ama anlaşılan Taner Akçam benim gibi düşünmemişti ki, 5 Mayıs 2023 günlü AGOS’ta başka paylaşımlarımı da katarak “Dersim belgeleri, Ayşe Hür ve Hildebrand röportajı” başlıklı bir yazı yayımladı.

2007-2012 arasında her hafta tarih sayfalarını hazırladığım AGOS’ta adımı böyle büyük puntolarla görmeyeli 11 yıl olmuştu neredeyse. Şaşırdım doğrusu. AGOS’un bu yazıyı yayımlamadan benimle temas kurmasını beklerdim çünkü. Ama belki de iyi oldu böylesi. Kamuyu çok ilgilendiren konuları kamunun önünde tartışmak bilimsel çalışmalarda ilerletici, geliştirici bir rol oynayabilir çünkü.

Bu yazıda Taner Akçam’ın konu ettiği başlıkların sadece birini, 17 Aralık 1946 tarihli Ali Öz mektubunu ele alacağım. Diğer başlıklara dair cevaplarımı yazının sonunda okuyabilirsiniz. Eğer Taner Akçam o başlıklarda tartışmak isterse memnuniyetle tartışırım.

Konuyu Taner Akçam’ın benden beklediği titizlikle irdeleyeceğim için biraz uzun olacak yazım. Aslında “ispat mükellefiyeti” o mektubu kamuoyuna sunan Taner Akçam’a düşüyordu, ama Akçam bunu yapmamıştı. Birazdan benim yapacağım şey onun bu mektubu yayımlamadan önce yapması gerekenleri sizlerle birlikte yapmak olacak. Umarım önce üzerine konuştuğumuz metni, sonra da bu yazıyı sabırla sonuna kadar okursunuz.

“İnkâr-ispat hipnozu”

Önce bir arka plan bilgisi vereyim: 4 Mayıs 2021 tarihinde Dersim Tertelesi’nin 84. yılı dolayısıyla PİRHA’ya konuşan Dersim Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Hüseyin Ayrılmaz, “Artık devletin Dersim’de bir katliam, bir suç işleyip işlemediğini varsın kendisi kanıtlasın. Yani bu noktada biz kanıtlarıyla, delilleriyle, sözlü tarih çalışmalarıyla Dersim’de olup biteni bir şekliyle açığa çıkardık ve bu artık ispatlanmış bir kıyımdır” demişti. Gerçi ben devletin Dersim’de işlediği suçlar için “tertele” yerine “soykırım” terimini kullanıyorum ama terminoloji tartışması bir yana bu açıklama benim için çok anlamlıydı. Soykırım çalışmalarıyla tanıdığımız değerli akademisyen Yektan Türkyılmaz 6 Mayıs 2017 tarihli yazısında) “İnkâr-ispat hipnozunun bir diğer bağlantılı semptomu ise mutlak mağduriyetler üretmektir. Bu tür yaklaşımların altında, inkarın da ötesinde ve onunla beraber, soykırımın ne olduğuna dair oldukça karikatür bir anlayış vardır. Hal böyle olunca mağdurların, mağduriyeti kabul etmemeleri bir anomaliye dönüşebilir ancak” diye başladığı bölümde adeta Hüseyin Ayrılmaz’ın söylediklerinin teorik açıklamasını yapmıştı.

İlk izlenimler

Bu bilgilerin etkisiyle, Taner Akçam’ın “Okunması çok zor bir mektup” başlığıyla paylaştığı mektubu sakin bir merakla okumaya başladım. Ancak daha ilk cümlelerde beni rahatsız eden bir duygu oluştu. Rahatsızlığımın ilk nedeni, 24 Nisan gibi Ermeni toplumu açısından duygusal ve sembolik anlamı çok büyük bir günün arifesinde, 1937-1938’e dair çok önemli bir gerçeği dile getirdiği iddia edilen bir mektubun yayımlanmasıydı. “Bu kadar önemli bir mektup bugüne mi denk getirilir?” dedim içimden. Mektubu bitirdiğimde ağzımdan sesli olarak dökülen kelimeler ise şunlar oldu: “Bu mektup tamamen kurgu! Taner Akçam gibi belgeciliğin piri bir akademisyen nasıl olup da bu tuzağa düşmüş?” Neden böyle düşündüğümü birazdan başlıklar halinde açıklayacağım. Elbette ilk hamlede bütün kuşkularımı temellendirmiş değildim ama emindim ilk izlenimlerimden. Ve “bu mektup sahte” paylaşımımı yaptım.

Mektubun aslı nerede?

Akçam’ın 5 Mayıs 2023 tarihli yazısından sonra iddiamı sağlam biçimde temellendirmek kaçınılmaz oldu. Bunun için belgenin daha okunaklı bir nüshasını edinmem lazımdı. (Gazetede üzerinden tramlar olan son derece bulanık bir fotoğraf vardı.) Bunu Messenger yoluyla Taner Akçam’dan rica ettim. Akçam’ın nazik cevabı şöyleydi: “Bendekiler bunlar ve görüntüler iyi değil maalesef. Hasan Saltık’ın arşivine bakmasına izin verdiği Nevzat Onaran, zor koşullarda bunu çekebilmiş. Nilüfer Hanım’dan orijinallerini istemiştim. Ama olmadı. Senin ‘sahtedirler’ kanaatinden sonra, arayıp orijinallerini de bulmaya çalışacaklar. Bana gönderdikleri durumda, ben de sana yollarım. İyi günler.”

Böylece üzerine konuştuğumuz mektubun fiziki varlığının Taner Akçam’da olmadığını öğrenmiştim. Yani böylesine önemli bir iddianın belgesi olarak takdim edilen “mektup” sadece bir ekran görüntüsünden ibaretti. Akademik literatürde “belge” denince izi sürülebilen; nerede, ne zaman hangi bağlam içinde ve kim tarafından “üretildiği” tespit edilebilen materyaller akla gelir. Örneğin bir mektupsa o belge, mektubun yazanın ve yazılanın kimliği, yazıldığı kâğıdın cinsi, mürekkebin türü, bu mektuptaki gibi daktilo ile yazıldıysa kullanılan fontlar ve mektubun söz dağarcığı bile bize “belge” ile ilgili çok şey söyler. Bu yazışmaların kahramanı “mektup”un bu denetimlerden geçmediğini öğrenmek benim için çok şaşırtıcıydı.

Hasan Saltık arşivi üzerine

İkinci olarak bu “belge”nin çıktığı yerle ilgili kullanılan “Hasan Saltık arşivi” terimine dair bir şeyler söylemek isterim. 9 Mayıs 2017 günü erken yaşta kaybettiğimiz Hasan Saltık’la hiç tanışmadım. Sadece 2008 veya 2009 yılında telefonla bir kez konuştum. Kendisi beni aramıştı. 1937-1938 Dersim “Tertelesi”ne dair bazı fotoğraflardan bir albüm hazırlamayı düşünüyordu. Benden de o fotoğrafların altına tarihsel hikâyeyi anlatan kısa yazılar yazmamı bekliyordu. “Seve seve yazarım” dedim. Ama bu önerinin arkası gelmedi. Ondan sonra da bir daha yolumuz kesişmedi. Ama basından, sohbet ortamlarından kendisinin nasıl bir Dersim sevdalısı olduğunu, elinde sayısız belge, fotoğraf, müzik kaydı bulunduğu öğrenmiştim. Ancak bunların metodolojik olarak güvenilir bir “belge” niteliği taşıyıp taşımadığını elbette hiçbir zaman öğrenemedim. Elindeki materyalleri değerlendirme şeklini de hiçbir zaman kavrayamadım. Hatta bunu Hasan Saltık yaşarken sosyal medyada dillendirdim, ama kendisinden bir cevap alamadım.

Bu yazılara konu olan 17 Aralık 1946 tarihli mektubu, ancak vefatından sonra eşi Nilüfer Hanım sayesinde öğrenebilmiştik. (Nilüfer Hanım’ı da hiç tanımıyorum.) Rahmetli Hasan Saltık acaba bu mektubu niye bugüne dek bilim insanlarıyla veya gazetecilerle paylaşmamıştı? Dersim’de 1937-1938’de devletin işlediği suçları bu mektup kadar mükellef biçimde anlatan bu mektubun acaba gerçekliğinden kuşku mu duymuştu mesela? Bence gayet mümkün. Peki eşi Nilüfer Hanım bu mektubu niye değerli araştırmacı Nevzat Onaran’a göstermişti de kötü bir (bilgisayar ekranının telefonla alınmış?) görüntüsünden fazlasını sunmamıştı? Daha önemlisi benim “sahtelik” iddiamdan sonra dahi, neden mektubun aslını bir türlü Taner Akçam’a ulaştıramamıştı?

“Taze” terimler

İlk okuduğumda mektupta geçen “koruma” terimi “çok taze” gelmişti kulağıma. Aynı şekilde “Savcılık” terimi de 1945’ten itibaren kullanılmakla birlikte (örneğin 21 Şubat 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kuyumcuyu öldürenin yaşı” başlıklı haberde “savcılıkça temyiz edildiğinden” ifadesindeki gibi) yaygın karşılığı “Müddeiumumilik” idi. “Bakan” terimi, 1946’da TBMM zabıtlarında bolca geçiyordu, yani mesele yoktu. Doktor terimi epeydir kullanımdaydı. Buna karşılık zabıtlarda mektuptaki gibi “Cumhurreisi” değil “Reisicumhur” terimi daha yaygındı. Son olarak daktilo o dönemlerde herkesin ulaşabileceği bir alet değildi, çok az kurumda vardı ve daktilo ile yazmak için de kurslara gidiyordu insanlar. Ali Öz gibi askerliğini çavuş olarak yapmasından çıkardığım kadarıyla okul eğitimini erken bitirmiş birinin, bu taze terimleri ve yeni aletleri böyle başarıyla kullanması iyimser terimle “ilginç” idi.

Ardından “mektubu yazan Ali Öz’ü araştırdı mı acaba Taner Akçam?” dedim. Hemen CİMER aracılığıyla Milli Savunma Bakanlığı’na, Genelkurmay Başkanlığı’na ve SGK Genel Müdürlüğü’ne başvurdum. Bu yazıyı tamamladığımda hala oralardan cevap gelmemişti. (Gelirse, sizlerle hemen paylaşacağım.)

Hangi Şükrü Bey?

Sonra mektubun yazıldığı “Hürmetli bakanım Şükrü bey” kim olabilir diye düşündüm. Acaba, Haziran-Temmuz 1934’te Trakya’da Yahudileri kaçırtma operasyonu sırasında Trakya Umumi Müfettişlik Baş Müşaviri olan, 20 Eylül 1934-17 Temmuz 1939 arasında Emniyet Genel Müdürü olan, ardından 30 Haziran 1939’da Bağımsız Hatay Devleti’nin Hatay Vilayeti’ne çevrilmesi üzerine Hatay’a vali olarak atanan, 7 Ağustos 1946-5 Eylül 1947 tarihleri arasında İçişleri Bakanı olan Şükrü Sökmensüer mi? Yoksa 1 Kasım 1927’den 11 Kasım 1938’e kadar kesintisiz olarak İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya mı?

Atatürk, Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve Salih Bozok Dersim’de incelemelerde bulunuyor

Mektubun yazıldığı 17 Aralık 1946 tarihinde Şükrü Sökmensüer İçişleri Bakanı olduğu için mektubun yazılma nedeni olan “doktorun elinden raporu” alacak güçte. Peki ya Şükrü Kaya ise mektubu yazdığı kişi? Ne de olsa General Alpdoğan’ın amiriydi, maiyetine daha fazla hâkim biriydi. Ancak Şükrü Kaya 1939 sonrasında 1943 yılındaki seçimde İstanbul Milletvekili adayı olması (ve seçilememesi) dışında basında pek görünmemişti. Mektubun yazıldığı tarihte de nüfuz sahibi biri değildi.

Mektup eğer sahihse, acaba kime yazmıştı Ali Öz kardeşimiz? Bir muamma daha…

Büyük falso: SEKA Genel Müdürlüğü

Peki, Şükrü beylerden biri SEKA Genel Müdürü’nü arayabilir miydi? “Böyle saçma soru olur mu?” dediğinizi duyar gibiyim. İnanın saçma değil. Hayır, arayamazdı! Çünkü SEKA dediğimiz kurumun nüvesini, Başvekil İsmet İnönü’nün katıldığı törenle temeli 14 Ağustos 1934’te atılan, 6 Kasım 1936’te İktisat Bakanı Celal Bayar’ın katıldığı törenle açılışı yapılan, inşaatı ancak 1939’da tamamlanan İzmit Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları Müessesi ile oluşturmuş, bunu değişik adlarda beş fabrika daha izlemiş, nihayet 21 Haziran 1955 tarihinde bu fabrikalar Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi-SEKA adıyla yapılandırılmıştı. (Kaynak: Zafer Özen, “Bir Cumhuriyet sanayisi örneği olarak SEKA”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı’nda kabul edilmiş yüksek lisans tezi, 2021) Yani, mektubun yazıldığı 17 Aralık 1946 tarihinde, henüz SEKA adlı bir kurum yoktu. Nitekim Milliyet arşivinde bulabildiğim en eski “SEKA” terimi, 28 Ağustos 1955 tarihli “İzmit Kâğıt ve Selüloz Fabrikası Müstahdeminine istirahat imkânı sağlamak için karalan SEKA kampı, diğer kamplara örnek teşkil edecek mahiyettedir” haberi…

Cemse meselesi

Üstüne bir de “cemse” terimi vardı ki, adeta “Ayşe Hür, hala mı kanıt arıyorsun?” diye bağırıyordu bana. Çünkü Amerikan menşeli General Motors Corporation adlı motorlu taşıt markasının baş harflerinin, yani GMC’nin İngilizce okunuşunun yani “ciemsi”nin Türkiye’de halk arasında “cemse” diye telaffuzundan türetilen terim, ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşma ile kamuya açıklanan ve 1948 yılında yürürlüğe giren Marshall Yardımları kapsamında Türkiye’ye gönderilen GMC araçlarla lügatimize girmişti. Bu konuda bulabildiğim en eski kullanım 18 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Çatalca Belediye Başkanlığından” başlıklı ilan. Yani mektubun yazıldığı 1946 tarihinde ne GMC araçlar ne de “cemse” terimi kullanımdaydı!

Adsız doktora imzalı rapor

Taner Akçam’ın “Mektubun bir başka özelliği hasta olan, intihar eden faillerden bahsetmesidir. Bu çok önemli konuşulmayan bir gerçekliğimizdir, Türkiye’nin bir aynası gibidir” demesi yüzünden mektupta sözü edilen İzmirli Ethem adlı birinin intiharına dair gazetelere yansımış bir haber var mı diye merak ettim, Milliyet’in arşivi 1950’den başladığı için sadece Cumhuriyet gazetesinin elektronik arşivine baktım, ama bulamadım. Elbette bunun çok anlamı yok. Çünkü gazetelere yansımamış olabilir, ben araştırmada başarısız olmuşumdur vs… Dolayısıyla bu konuyu hızlıca geçtim.


Ancak “Ethem arkadaşın bunalımı ve intiharı” olayımızda kilit öneme haizdi. Çünkü Ali Öz, Ethem’in olayından derinden etkilendiği için geçmişte yaşadığı olaylar bir bir aklına geliyordu. Öldürdüğü çocukların gözleri beynine işliyor ve onda da bir psikolojik sorunlar başlıyordu. Nitekim müdürleri onu zorla “akıl doktoru”na gönderiyorlardı. (Gerçi halk daha çok “deli doktoru” der psikiyatristlere ama muhtemelen “Emraz-ı Akliye” teriminden esinlenmiş mektubun meçhul yazarı) O doktor da bugüne dek hiç duymadığımız bir yöntem izlemişti bu vak’ada. Yaşadıklarını kâğıda yazdırıp imzalatmıştı. Zaten bütün mesele de buradan çıkmıştı. Ali Öz, Şükrü beyden bu doktoru bulup, o kâğıdı geri almasını istemek için daktiloya sarılmıştı. Peki mektupta Ali Öz’ün hangi şehirde yaşadığı yazıyor muydu? Hayır. Doktorun hangi şehirde yaşadığını, adının ne olduğunu öğrenebiliyor muydu Şükrü Bey? Hayır. Doktorun çalıştığı hastane belli miydi? Hayır. O zaman nasıl alacaktı o raporu Şükrü Bey? Raporu alamayacağı gibi birazdan Ali Öz’ün olayları tekrar ve bugün gençlerin tabiriyle “Bilal’e anlatır gibi” tüm ayrıntılarıyla kaleme alması yüzünden ortaya imzalı bir “rapor” daha çıkacaktı üstelik.

Dört dörtlük soykırım anlatısı

Bu anlatı öylesine ayrıntılıydı ki ne yaşadığı şehrin adını ne doktorunun adını vermeyi akıl edebilen Ali Öz, Alpdoğan Paşa’nın ve emrindekilerin işlediği suçları anlatırken detaycılığıyla göz kamaştırıyor. Yer ismi veriyordu (Mazgirt-Tersemek ve Murat Suyu), süre veriyordu (iki saat sonra Teğmen bilgi verdi), sayı veriyordu (70-80 çocuk, 30 kadın).

Ancak hepsinden önemlisi bugün 1937-1938 Dersim Soykırımı dahil Cumhuriyet tarihinde işlenen pek çok suçun faillerini ve mağdurlarını bir batında hikâyeye yerleştiriyordu. Failler “Cumhurreisimiz”, “hükümet”, “Alpdoğan Paşa”, “Teğmen”, “Çavuş Ali Öz”; mağdurlar “Kızılbaş dölleri”, “Ermeni dölleri”, “vatan hainlerinin dölleri”, “kadınlar”, “çocuklar”, “çocuk öldürmeyi reddeden Diyarbakırlı bir Kürt asker” diye sıralanıyordu.

“Saik” olarak “ırkından dolayı” ifadesiyle 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne atıf dahil, dört dörtlük bir dosya sunuyordu bize Ali Öz… Bunu yaparken kendini bir kez daha okkanın altına atıyordu. Öyle ya, adı meçhul bir doktorun meçhul bir şehirdeki savcılığa verip vermeyeceği belli bile olmayan raporunu geri almak için çırpınan Ali Öz mükellef bir itirafname sunuyordu Şükrü Bey’e. Maazallah mektup yerine ulaşmadan istihbaratın eline geçseydi, başına neler gelirdi değil mi Ali Öz’ün?

Normalde Şükrü Bey’in de bu mektubu alır almaz, kendisinin baş aktörlerinden biri olduğu bariz olan bu ağır suçun böyle pervasızca anlatılmasından rahatsız olup, mektubu buruşturup çöpe atması, hatta yakması beklenirken, bunu yapmadığı anlaşılıyor, çünkü şimdi bizler o mektup üzerine konuşuyoruz. Bu mektubun nasıl olup da Hasan Saltık’ın eline geçtiği muammasını bir yana bırakırsak, eğer Akçam mektubu bizzat inceleyebilseydi, bunun (o günlerde çok az kişinin ulaşabildiği bir alet olan) daktilo ile yazılırken çift nüsha mı yazıldığını, örneğin altında karbon kâğıdı izi olup olmamasından anlayabilirdi. Böylece “mektubun Şükrü Bey tarafından imha edilmesi gerekirdi” tezimi “Bu mektup Şükrü Bey’in nüshası değil, Ali Öz’ün kendisine sakladığı nüsha” diye çürütebilirdi. Ama şu anda bunu diyebilir mi Akçam? Hayır, diyemez.

Zo diyenler, lo diyenler

Bu bölüme dair son notum şu olsun: Taner Akçam “Alpdoğan Paşa, “Ermeni’nin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürde ve Kızılbaşa geldi” diyor” diye yazmış. Sözlü tarihte yaygın biçimiyle “Zo diyenlerin [Ermenilerin] kökünü kuruttuk, sıra Lo diyenlerde [Kürtlerde]” şeklinde olan bu “şeytani darbımesel” Dersim Generali Alpdoğan’a değil, 1921’de kanlı Koçgiri tedibini yürüten Merkez Ordu Kumandanı “Sakallı” Nurettin Paşa’ya atfedilir. Buna dair rastlayabildiğim en erken atıf Nuri Dersimi’nin Kürdistan Tarihinde Dersim (Ani Matbaası, 1952) kitabında (s. 158) var. Ancak Nurettin Paşa’nın hakikaten böyle bir söz edip etmediğini bugüne dek tespit edemedim. Akçam’ın Alpdoğan’a atfının bir temeli vardır belki, böylece yılların muammasını da çözmüş oluruz. 

En büyük falso: Tersemek ve Murat Suyu

İtiraf etmeliyim ki, ilk okumalarımda değil, ancak üçüncü okumamda alarm zillerini çaldıran, Tersemek kelimesi oldu. Bunu bir yerden hatırlıyordum. Nitekim nerede okuduğumu, hatta yazdığımı buldum da. Siyasi hayatına CHP’li olarak başlayıp DP’li olarak bitiren Necip Fazıl Kısakürek, o günlerin ruhuna uygun olarak CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitmişti. 27 Ocak-10 Şubat 1950 arasında Büyük Doğu dergilerinde tefrika edilen “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (Dedektif X Bir mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayını son derece etkili bir dille ve örnekler vererek anlatmıştı. İşte bu yazı dizisinin 3 Şubat 1950 tarihli nüshasında şöyle bir bölüm vardı:

“7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.

8- Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

(Bu bölüme yer verdiğim yazımın linki: https://kisadalga.net/yazar/seyit-rizanin-idamindan-kim-sorumlu-inonu-mu-bayar-mi-ataturk-mu_46935)

Dikkat edilirse Ali Öz’ün mektubundaki katliam hikayesi bu anlatıya çok benzemekte. Hatta artık iyice eminim ki mektubu kurgulayan kişi, bu mektubun yazıldığı iddia edilen tarihten dört yıl sonra basılmış bu bölümü esas alıp hikayesini kurgulamış. Onu genişletmiş, sayıları arttırmış, Akçam’ın deyimiyle “sıcak şiddet” sahnelerini arttırmış ve ortaya Taner Akçam gibi yılların soykırım araştırmacısının bile gözlerini dolduran bir metin çıkarmış. Burada senaryo yazarını tebrik etmek lazım.

Devam edelim:

Necip Fazıl bölgeye çok hâkim olmadığı için Mazgirt’in Tersemek nahiyesi diye bir ad kullanmış olmalı çünkü Mazgirt’in bu adda bir nahiyesi yok. 1925’te Türüşmek (veya Ermenice Troşmeg), katliamdan sonra Çiçekli, bugün de adı Aktuluk mahallesi mevkiini kastediyor olabilir. Reşat Hallı’nın derlediği Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-II (Kaynak Yayınları, 1992) adlı kitabın 156-157. sayfasındaki ifadeyi aktarayım: “Mazkirt-Sıvıcı-Yukarı Kaçar-Hamurlu-Hozat’tan geçen ve Gümürgan Dağı üzerinde bu yolla birleşen bir yol vardır. Türüşmek bölgesinde, su keleklerle geçilebilir. Mazgirt-Türüşmek-Yukarı Çirtik-Zımbık-Aşağı Kirnik-hozat yaz aylarında mekkari ve yaya yoludur.” Bu ifade de 154 ve 155. sayfalardan: “Peri Suyu ile Munzur suyu arasındaki bölge kuzeyden güneye doğru meyilleri ve arızaları azalan tabii bir teşekküldür.” Yani Türüşmek üstteki haritada gösterdiğim gibi Munzur Nehri ile ve Peri Suyu’nun arasında olup, Murat Suyu’na çok uzaktır. Yani mektupta belirtildiği gibi “kandan kıpkızıl akan” nehir, Murat Suyu olamaz!

Anlaşılan “Ali Öz” de aynen Necip Fazıl gibi bölgeyi tanımadığından, 1950’de yapılan hataları 1946 tarihinde yazılmış gibi gösterdiği mektuba aynen aktarmış. Gerçi, yukarıda saydığım onca “anakronik” terimden sonra bu konuda dikkatli olmasını beklemek mektubun meçhul yazarına iltifat olurdu…

Bu arada Genelkurmay kitabına göre (s. 190-191) Mazgirt-Türüşmek’e Albay Haydar Bey’in komutasındaki 25. Piyade Alayı, 12 Mayıs’ta gelmiş, Haydar Bey 17 Haziran’da hastalanıp yerini Yarbay Hakkı’ya bırakmış, bu alay 16 Ağustos 1937 tarihine kadar bölgede kalmış. Bu tarihler arasında bir günde Mazgirt-Türüşmek’te veya 16-19 Ağustos 1938 tarihleri arasında Türüşmek’e çok yakın olan Havikpah’ta katliamlar yapmış. İddiasına göre General Alpdoğan’ın “yakın koruması”, “sağ kolu” olan Ali Öz’ün neden genel karargâhın olduğu Elazığ’da kalmayıp bir “Teğmen”in komutasında Mazgirt’teki katliama katıldığını çözmek de benim işim olmasın artık! 

Bitirirken

Başa dönersem, keşke Taner Akçam beni eleştirmek için harcadığı emeği bu mektubu analiz etmeye harcasaydı! Keşke benim gittiğim yollardan gitmiş olsaydı. Böylece daha ilk paragraflarda o da benim gibi “bu mektup sahte!” diye bağırırdı. Aynı şekilde AGOS’un editörleri de biraz şüpheci olsalardı Taner Akçam’ın daha temkinli olmasını sağlayabilirlerdi.

Taner Akçam’ı “Evreka evraka!” duygusuna sokan ve bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmasına neden olan motifin 1937-1938’e dair soykırım anlatısını mükemmelleştirme arzusu olduğunu tahmin ediyorum. Peki, bu mektup hangi eksik parçayı tamamlıyordu? Böyle bir “itirafname”ye ihtiyaç var mıydı hakikaten? Bu “belge” olmasaydı 1937-1938’de Dersim’de neler olduğunu bilemeyecek miydik? Yoksa bu “sahte belge” ile bugüne dek inşa edilen “gerçeklik” duygusu büyük bir hasar mı gördü?

Tam burada, mektubun sahte/kurgu olduğunu ifşa ederek bu hasara katkıda bulunduğumu düşünebilirsiniz. “Kol kırılır, yen içinde kalır” demediğim için bana kızabilirsiniz. Veya Yektan Türkyılmaz’ın girişte andığım yazısında dikkat çektiği yanlışlara bir daha düşmemek için faydalı bir tartışmaya neden olduğumu düşünebilirsiniz. Takdir sizin.

NOTLAR: Taner Akçam 24 Nisan 2023 tarihli yazısında şöyle diyor: “Buradan anlaşılan Ayşe Hür, sadece Şükrü Kaya mektubunun değil, Dersim Gazetesi’nde, 24 Mayıs 2019 tarihinde Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül tarafından yayınlanan dokuz adet resmî belgenin de sahte olduğunu ima ediyor. Makul olan da bu, çünkü Şükrü Kaya’nın yayınladığım mektubu, bu dokuz adet resmî belge ile uyum içinde. Yani, Kaya’nın mektubunun sahte olduğunu ileri sürmek ancak diğer dokuz resmî belgenin -veya hangileri seçilecekse onların da sahte olduklarını kabul etmekle mümkün”.

31 Mart 2023 tarihli şu twitlerimden, böyle bir “planımın” olmadığı gayet rahat anlaşılabilir: “Taner Akçam 2019 tarihli Dersim Gazetesi’ni kaynak vermiş ama kendisi de gayet iyi bilir ki Dersim’de zehirli gaz kullanıldığını ilk yazan ve bu yazıda atıf yapılan Çağlayangil konuşmasının ses kasetini ilk yayımlayan kişi benim. Yıl 2008 idi. Mecra Taraf [gazetesi] idi. Dersim’de gaz kullanıldı ama Şükrü Kaya’ya ait denen mektubun iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen bir dizi sahte belgeden biri olduğunu düşünüyorum. Resmi sipariş yazışmalarının sonucu ise Alman arşivlerinden kontrol edilmeli. Henüz bir Alman belgesi görmedik.”

Taner Akçam’ın kaçırdığı nüansı umarım siz kaçırmamışsınız. Ben Şükrü Kaya’ya ait denen mektubun sahte olduğunu düşünüyorum. Ama resmi sipariş yazışmalarını sorgulamıyorum. Sadece “Türkiye sipariş etti ama acaba Almanya Türkiye’ye o gazları sattı mı, verdi mi?” konusu araştırılmalı diyorum. Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül o belgeleri yayımladığında da aynı şeyi söylemiştim, hatta Almanya’da geniş bir Dersim diasporası varken nasıl olup da hala bu konuda Alman arşiv belgelerinin taranmadığına hayret ettiğimi de eklemiştim.

İlginç biçimde Taner Akçam, bu yazıyı yazacağımı bildiği halde 6 Mayıs 2023 günü, Berlin’de Kemal Karabulut’un kanalında yayımlanan paneldeki konuşmasını aynı mektup üzerine kurdu. Konuşmacılardan akademisyen Bedriye Poyraz kendisine “doktorun adı var mı?” deyince “yok ama hastane adı var” diyor, Poyraz’ın “hastanenin adı nedir” sorusuna “hatırlamıyorum, laptopumu açmam lazım” dedi ve soruyu geçiştirdi. Ardından benim “değerli bir araştırmacı” olduğumu söyledikten sonra sosyal medya üzerinden düşüncemi belirtmemi eleştirdi, ardından “Ayşe Hür devlet içinde belge üreten gizli merkezler gibi iddiada bulundu. Keşke öyle bir alana girmeseydi diye düşünüyorum” dedi.

Kastettiği “iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen” ifadem ama 1 Nisan 2023 tarihli twitimde de şöyle demişliğim var: “Onca resmi yazışma okudum böylesini ilk kez görüyorum. Sanki Taner Akçam için özel olarak yazmış Şükrü Kaya. Pardon, bir de [2014 yılında] Yeni Şafak’ın güya Hasan Saltık arşivinde bulduğu Atatürk’ü zehirleme mektuplaşmaları vardı. Bu resmen uydurma bir metin.”

Eğer Taner Akçam arzu ederse hem Şükrü Kaya mektuplarına hem Almanya’dan zehirli gaz satın alınmasına ilişkin yazışmalara hem de aşağıda sözü edilen Hildebrand röportajına ilişkin fikrimi paylaşırım.

Taner Akçam 24 Nisan 2023 tarihli yazısını bitirirken “Türk inkarcılarının, yıllardır Aram Andonian tarafından yayınlanan Talat Paşa’ya ait telgrafların sahte olduğu teziyle, 2016’da benim kitabım yayınlanıncaya kadar hepimizi nasıl kandırdıklarını biliyoruz. Maalesef, 1926 yılındaki Atatürk röportajı da Andonian tezleri benzeri bir tezdir. Korkarım ki, Ayşe Hür’ün Dersim belgeleri konusundaki iddiaları 1926 Emile Hildebrand konusundaki iddialarına benzemektedir. Türk devletinin işine gelmediği, karanlıkları aydınlatmamıza yarayan her belgeye ‘sahtedir’ kulpunu taktığı bir dünyada, Ayşe Hür çapında bir tarihçi-gazetecinin biraz daha titiz davranmasını beklemek hepimizin hakkıdır” diyor…

Taner Akçam’ın yıllardır hem 1915, hem 1937-1938 için “soykırım” tanımını yapan beni “Türk inkarcıları” grubuna dahil etmediğine inanıyorum, muhtemelen bu sözlerin yanlış anlamalara neden olabileceğini düşünmedi. Öte yandan bulguları, belgeleri her sorgulayanı “inkarcıdır” diye etiketlemekten de kaçınalım. Ben 1937-1938’de Dersim’de zehirli gazların kullanıldığının belgelenmesine en çok sevinecek kişilerden biriyim. Ama bunun çok sağlam bir kanıtlama ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. Yani Taner Akçam’ın benden beklediği titizliği ben de ondan bekliyorum. Çünkü soykırım çalışmalarının konusu katledilen insanlar, onların mirasçılarının acıları. Bizler onların trajedilerini konu edinirken, çok özenli davranmalıyız. Başka konularda hatalarımız hoş görülebilir ama bu konu hata kaldırmaz…


Ayşe Hür – 09.05.2023


Açıklama: Bu yazıyı, Taner Akçam’ın yazısının yayımlandığı AGOS’ta yayımlamak istedim önce ama cevabın boyutları Taner Akçam’ın yazısının kapladığı alanın iki katına ulaşınca, AGOS yöneticileri haklı olarak kısaltmamı istediler. Bunu yapmak istemediğim için okuyucu kitlesi açısından isabetli bir mecra olduğunu düşünerek Avrupa Demokrat’ı seçtim. Yanlış anlama olmasın lütfen.

Tags: , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑