Açıklama

Published on Nisan 23rd, 2023

0

Sandıklarından daha güçlüyüz, devrim yolunda birleşelim! | Yeni Demokrasi


Parlamentodan faydalanma anlayışının doğruluğu ve marksist hareket tarafından taktik düzeyinde bunun çokça örneğinin yaşandığı ileri sürülerek boykot tavrının eleştirildiğini görüyoruz. Çokluk da somut koşulların somut tahlili, boykotun ilke düzeyinde savunulmasının yanlışlığı konularında nasihatler verilmektedir. Her Marksist tavır hiç şüphesiz somut koşulların somut tahliline dayanır; ancak o durumda doğrudur, ancak o durumda devrimcidir zaten. Boykot hakkındaki yazılarımızın sadece “boykot devrimci olan tek tavırdır” gibi sınırlı bir anlayışla kaleme alındığından söz edilemeyeceği açıktır. Boykot tavrımızın temelinde genel olarak dünyada ve özel olarak Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin birikmiş büyük faturasının halklara, özel olarak Türkiye halkına yıkılacağı, hatta yıkıldığı gerçeği vardır. Dünyada yaşanmaya başlayan büyük altüst sürecinin Ortadoğu’daki yansımaları ve özel olarak Türkiye’deki tezahürü iktidarlara, egemen sınıflara bazı yeni yükümlülükleri ve yaklaşımları dayatmaktadır. Herkes farkındadır ki yönetenler eskisi gibi yönetememe sorununu çok derinden yaşamaktalar ve yaşayacaklar. Bu gerçeği birçok ülkede görmekteyiz. İsrail’de yaşananlar da bunun bir örneğidir, Türkiye’de yaşanmaya başlayanlar da. Ortadoğu’da Suudi Arabistan ile İran arasındaki “beklenmedik” yaklaşım, Çin’in bu bölgeye yaptığı “olağandışı” müdahale ve bu müdahalenin başarılı olması, Finlandiya’nın ve ardından gelecek İsveç’in de NATO üyesi olacak olmaları gibi birçok olay bize altüst oluşu haber vermektedir. Türkiye’deki özel durum devasa büyüklüklere ulaşmış olan kriz verilerinin artık hem dünyada yaşanan finansal sorunlar nedeniyle hem de ülkedeki kalıcı hale geldiği anlaşılan üretimsizlik nedeniyle sürdürülebilir olmaktan çıkmasıyla anlaşılabilir. Bütün sistemin elden geçirilmesi gerektiğini hem iktidardakiler hem muhalefet vurgulamaktadır. Bu elden geçirmede kim daha net ve etkin olacaksa iktidar onun ellerine bırakılacak. Bu iktidar sorunun çözümünün bir seçim aracılığıyla gerçekleşecek olması çok geniş bir kesimde ve özellikle de kendini devrimci, halktan yana ilan etmiş olanlarda bir umut duygusuna neden olmaktadır. Oysa tam da halkta kendiliğinden meydana gelen bu umut duygusu yanılgıdan ibarettir. Değişime ihtiyaç duyanlar egemelerdir; zira koşullar onlar için bunu gerektirmektedir. Boykot tavrımızın temelinde tespit ettiğimiz bu durum vardır. Egemenlerin ihtiyacını karşılamaya denk gelen bir seçim yapılacaktır ve biz bu seçimde herhangi bir şekilde rol oynamayı reddettik.
SUBJEKTİF OLANIN DOGMATİZMİ
Tek adam rejimini, R. Tayyip Erdoğan diktatörlüğünü, AKP faşizmini göndermek üzere seçimlerde olumlu bir rol oynamak, hakeza ilerici, aydın, demokrat kişilerin parlamentoda temsili için aktif destekte bulunmak yukarıda kabaca tarif ettiğimiz koşullarda savunulabilir tutumlar değildir. Bunlar süreçle bağlantılı tavırlar değil, oluşturulmuş bir reformist anlayışın günün, özgülde seçimin olanaklarından yararlanma amacından hareketle belirlenmiş tavırlardır. Bu, tavrın oportünist niteliğidir. TİP ile HDP arasındaki seçime katılım biçimi üzerine yapılan tartışmadaki “particilik/dükkâncılık” eleştirileri oportünizmin tipik bir görünümüdür ve şaşırtıcı değildir. Çok güçlü biçimde “tek adam rejimine” karşıtlıkta CHP ile birleşebilen bu partiler kendi ittifakları içinde adaylar nezdinde partilere bölündüler. TİP sanal medyadan, kısmen de parlamento kürsüsünden elde ettiği popülariteyi gerçek bir güce dayandığını varsayarak değerlendirmek istemektedir. Gücünü bu tarzda somutlaştırma amacının anlaşılır olması onun ittifakla gündemleşen “demokratik güç birliğini” küçümsemesini haklı çıkartmaz. Bu onun dar grupçuluk karakterinin dışa vurumudur. Bu özelliği “demokratik/sol” olarak tanımlanan ittifakların hemen hepsinde gördük. Politikanın değil kendi dar gücünü somutlaştırmanın esas olduğu bu iş birliklerinde esas olan politikaya güvensizliktir; gücü politikanın önüne koymaktır. Bu, oportünizmin kaçınılmaz eğilimidir. Bu oportünist tavrın başka bir biçimini belirleyici güç olmaktaki ısrarda da görüyoruz. İttifak kurmayı belirleyici güç olmak olarak kavramaktan mustarip anlayış da aynı biçimde politikayı değil kendi gücünü somutlaştırmayı amaçlar. Politikayı uygulamakla kendi gücünü konumlandırma arasındaki bu farklılık problem üretmeye açıktır. Gerçekliği çok tartışılır “tek adam rejimine” karşı keskin bir konumlanış sergileyip Kemal Kılıçdaroğlu’nu cumhurbaşkanı görmek için büyük fedakârlık gösterenler ittifak düzlemindeki tartışmalarda fedakârlığı göz ardı ettiler…
Devrimci hareketin kitlelerden, özellikle de işçi sınıfından kopuk özelliği, küçük burjuva eğilimlere sahip karakteri tartışmalarımızın özünü genel olarak olumsuz etkilemektedir. Tavırların, politikaların, değerlendirmelerin hemen tamamen bu olumsuz karakter ortaya konarak, kitlelerden kopukluğa işaret edilerek mahkûm edilmeye çalışılması sonuç olarak dogmatik bir yaklaşımdır. Boykot tavrına ilişkin eleştirilerin bunlarla sınırlı olması, koşulların tartışılmaması, proletaryanın çıkarları bakımından değerlendirmelerden kaçınılması dogmatik tutumun bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Bu eleştirilerin ayrıca “dogmatizm eleştirisi” olarak tanımlanması da ironiktir. Dogmatik olanın koşullardan bağımsız değerlendirmeler olduğunu unutturarak ya da ihmal ederek yapılan bu tespit dogmatizmin iflah olmaz halidir. Dogmatik olanın dogmatizm eleştirisi ile haklı çıkmak isteği bugüne has değildir, dogmatizmin bütün tarihidir…
Boykot tavrının belirleyeni somut koşullardır. Bu koşullar içinde kitlelerin eğilimi, beklentileri, kendiliğinden politikası belirleyici değildir. Politikayı kitlelerin kendiliğinden politikası, beklentisi ile açıklamak bilindik biçimiyle oportünizmdir. Kitlelerde politik düzlemde oluşan ve egemen olan anlayışın egemenlerin anlayışı olduğunu bilmeliyiz. Kitlelerle kuracağımız ilişkide kitlelerin politik görüşleri, istekleri, savunuları belirleyici olamaz. Bunun halk dalkavukluğu, popülizm olduğunu bilmek gerekir. Halk kitlelerinin, içinde yaşadıkları toplumsal düzenden ayrı düşünmeleri, davranmaları esas olarak olanaksızdır. Nihayetinde bütün medya araçlarına, ideolojik kurumlara, toplumsal sisteme egemen olanlar kendi çıkarlarını, beklentilerini, politik argümanlarını kitlelere mal etmeyi başarmakta zorluk yaşamazlar. Dolayısıyla kitleler kendi çıkarlarına rağmen egemen sınıfların çıkarlarına yönelebilir, o doğrultuda hareket edebilir, egemenlerin saflaşmalarında taraf tutabilirler. Bunu engellemenin yolu devrimci olanın, halkın gerçek çıkarlarını bilenlerin ve politik düzlemde dile getirenlerin halkta oluşturulan bilince rağmen kendi doğrularını, bilimsel ve devrimci olanı savunmalarıdır. Akıntıya karşı yüzmek devrimci hareketin özel bir yeteneğidir. Bu yeteneği yadsıyanlar, kendilerini egemen fikirlere mahkûm edenler devrimci tavrın, gereksinimin karşılayanı olmayı başaramazlar. Devrimci hareketin öncülüğünün gereksindiği nokta da bu yetenekte gizlidir. Kitlelerin egemen sınıflarca belirlenmiş saflaşmasına, politik tercihlerine boyun eğmek ya da bu saflaşmayı ve politik tercihleri belirleyici, en önemli etkenlerden kabul etmek “somut koşulların somut tahlili” anlayışıyla çelişir. Kitlelere doğru çizgiyi, doğru politikayı taşımak görevini yadsıdıkları her durumda marksist anlayışı savunanlar hata yaparlar, devrim yolunda tökezlerler. Dolayısıyla doğru politikanın, tutumun çoğu zaman yaygın olanla uyuşmadığı söylenebilir. Bu durumda doğru politikaya sıkıca sarılmak, kitlelerle bu politikayı birleştirmenin yollarını aramak önemli bir görevdir. Bu önemli görevi zor kabul edip ondan uzak durmak ya da bu zor görevi sıradan gerekçelerle ihmal etmek devrimci bir tavır değildir.
Bugün komünistler açısından görev, her zaman yaptıkları şeyi bu kez seçimler bağlamında da yaparak, mütevazı güçleri ölçüsünde hitap edebildikleri devrim bilincine yakın, duyarlı kesimlerini devrimci sınıf siyasetine ve örgütlülüğüne çekmeye çalışmaktır.
SANDIK İLGİSİ VE KORPORATİST HALKÇILIK
Türkiye’deki gibi faşist diktatörlük ile yönetilen ülkelerde seçimlere veya parlamentoya devrimci, demokratik cenahtan gelen ilginin temelinde esas olarak kapitalist ülkelere öykünen küçük burjuvazinin ve orta burjuvazinin özlemleri vardır. Bizde özel olarak Kemalizmin ürünü olan “cumhuriyet”, “halkçılık”, “laiklik” gibi kavramlar bu özlemlere karşılık gelebilen faşizme ait kavramlardır ve devrimci, demokrat cenahta yer alıp faşizmin bu kavramlarına kanan, ikna olan genişçe bir kesim vardır. Bu noktada korporatizme dikkat çekmekte fayda var. Çünkü bir toplum modeli olarak korporatizm küçük ve orta burjuvazinin ayakları yere basmayan, sınıf bakış açısından esas olarak uzak, dayanışmacı, birbirini destekleyerek ilerleme bakış açısıyla uyumlu bir modeldir ve Kemalizm, yaratmak istediği toplumun bu modele dayanması konusunda aşırı derecede tutkuluydu. Bu tutkunun kaynağı kesinlikle M. Kemal’in ayrıksı fikirleri, kapitalizme rağmen bir yol arayışında olması değildi ya da bir küçük burjuva aydını, bir orta burjuva bağımsızlıkçısı olması değildi. Aksine o tam da egemen sınıfların çıkarına uygun olarak sınıf farklılıklarına dayanan bir mücadele ortamına set çekmeyi amaçlıyordu. Emperyalist ülkelerin tarihsel deneyimlerden çıkardıkları sonuçları bizimki gibi gelişmesi kösteklenmiş, bağımlı kılınmış ülkelerde bir toplum modeli yaratmak üzere hayata geçirmeye çalışıyorlardı. Milli bir devlet ya da birlik yaratma projesi de denebilecek bu çalışmalar seçimlerin, parlamentonun işlevini de belirleyen bir içerikteydi. Hiçbir zaman halkçı ya da halktan taraf olmadığı halde Kemalizm küçük ve orta burjuvazinin sempatisini kazanabilmeyi korporatizme borçludur diyebiliriz. Meşhur “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” tezinin de kaynağında bu anlayış vardır. Bu anlayış aslında çok ciddi bir nefretin de kaynağıdır. Halkın eğitilmesi amacını da içeren halkçılık kavramının temelinde sınıf farklılıklarını inkâr eden tutum vardır. Bu inkâr sonuç olarak sınıf savaşının önüne geçmeyi amaçlar ve kitlelerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmelerini, örgütlenmelerini tam bir düşmanlıkla engeller. Halk içindeki yetenekli kişilerin seçilerek eğitilmeleri ve devletin yönetici kademelerine yerleştirilmeleri de bu anlayışın bir parçasıdır. Bugün çok geniş bir kesimde devam eden tek partili döneme, CHP’li iktidar dönemlerine nefretin temelinde bu politikaların olduğunu hatırlatmak gerekir. Bazı küçük ve orta burjuva aydın kesimi Kemalizmin bu politikalarını ilericilik, halkçılık olarak kabul edip alkışladılar. Kendi içinde emperyalizmle iş birliği ile kotarılmış, halkın elinden alınıp ehlileştirilmiş Kurtuluş Savaşını dahi Kemalizmin anti emperyalist savaşı olarak değerlendirmeye devam edenler Osmanlı dönemindeki benzer politikaları açıklamaktan özellikle imtina etmeyi de sürdürüyorlar. Halk içindeki yetenekli bireyleri seçip eğiterek devlette görevlendirmek Kemalizmin bir buluşu olmaktan çok önce Osmanlı döneminde uygulanmıştır. Bu uygulama halkta bir sempati yaratmamış aksine derin bir öfke yaratmıştır. Balkanlardaki halkın isyanlarında bu nefretin boyutu açık seçik görülür…
Kısacası Türkiye’de Kemalizme dayanan parlamenter düzen en başından itibaren uydurma bir yapıda inşa edildi ve bunun temelinde sınıfsız bir milli birlik projesi vardır. Bu projenin de Osmanlıdan itibaren var olduğunu, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki deneyimlerin gene bu ülke devletlerinin yönlendirmeleriyle bu projenin geliştirildiğini belirtelim. Bugün tek adam rejimine karşı parlamenter sistem saflaştırmasının bu temelde tartışılması gerekir. Parlamenter sisteme rıza gösteren, tek adam rejimini faşizm olarak reddedip aslında gerici korporatist anlayışı sahiplenen, seçime ilgisini büyük bir coşkuyla ve eğlence kültürünün çeşitli biçimlerini sergileyerek gösteren orta burjuvazinin tutumunu bu temelde eleştirmek gerekir. Halkın devrimci temelde örgütlenmesine dair hiçbir düşüncesi, eylemi olmayanların, tüm Cumhuriyet tarihinin açık bir halk düşmanlığı olduğu konusunda halkı aydınlatmaktan uzak durup onu bu tarihe mahkûm etmeyi görev kabul edenlerin, parlamentonun en başından itibaren kaba ve uydurma olduğu gerçeğini parlamentoculuk yaparak örtenlerin devrime karşı tamamen sorumsuz olduklarını ısrarla ortaya koymalıyız. Boykot tavrımızın temelinde bu anlayışa karşı tahammülsüzlüğümüz de vardır. Halkın bütününün veya bir kesiminin ya da demokratik herhangi bir eylemin, hareketin, talebin önünü açmak üzere seçimlere katılmak, taktik olarak parlamentodan yararlanmak kuşkusuz Marksist hareketin deneyimleri içinde söz konusudur. Ne var ki kaba ve uydurma olduğu gerçeğini sıradan insanın bile bildiği parlamentoya “tek adam rejiminden kurtulmak” için bir rol biçmek dahi bu deneyimlerin bir sentezi değildir. Burada hem tek adam rejimi boş bir iddiadır hem de rejim değişikliklerini parlamento aracılığıyla gerçekleştirme umudu boş bir umuttur. Burada başı da beklentisi de boş bir yorumdan söz ediliyor!
SEÇİMİN ŞARTLARI
Ezilen ulusun tam hak eşitliğine dayanan mücadelesini desteklemek konusunda komünistlerin hiçbir tereddüdü olmamalıdır ve yoktur. Gene devrimci demokrat hareketin reformlara yönelen eylemleri, şiarları bakımından bir tereddüt olmamalıdır ve yoktur. Buna karşın içinde olduğumuz seçim şartlarının esasen bunları içermediğini görmek gerekir. Ne ulusal hareketin bugün öne çıkardığı anlayış ezilen ulusun haklarının kazanılması ve ulusal baskıya son vermek üzere bir mücadeledir ne de devrimci demokratik hareketin reformlara yönelen eylemleri, şiarları söz konusudur. Gündemde çok ağırlıklı biçimde yer alan sorun tek adam rejimine son verip bilindik parlamenter rejimin önünü açmaktır. Seçimlerin, parlamentonun rolünü bu şekilde belirlemek hem sürecin yanlış okunmasından kaynaklıdır hem de reformist bir anlayışın tüm bünyeyi sardığının göstergesidir. Oysa devrimci bir örgütlenmenin seçimler söz konusu olduğunda da esas işi devrimi propaganda etmektir, devrimci yöntemleri kullanmaktır. Çalışmalarının içeriğinin devrimci olmaması onu bu temel anlayıştan koparır. Seçilmek için açık bir burjuva yarışa girmesine yol açar. Olmadık çizgilere sahip unsurlarla onu aynı faaliyetin parçası haline getirir. Kendi bağımsız eylemini ve örgütlenmesini yalıtmadığı her durumda her türden sonucun kaçınılmaz bir parçası olarak damgalanmasının önünü açar. Şimdiki demokratik ittifaklarda yer alan bilumum oportünistin durumu bundan ibarettir. Onlar ne bağımsız bir faaliyet örgütleyebilmekteler ne de seçimlerden devrim için yararlanma anlayışına uygun bir adım atabilmekteler. Sırtlarını dayadıkları yer de buna izin vermemekte, seçtikleri yöntemler de bunun için onlara yardımcı olmamaktadır. Bunu birçoğunun yazılarında işledikleri bağımsız, devrimci politikadan ödün vermiyoruz söylemlerine rağmen ifade ediyoruz. Bu durum söylemlerle aşılamaz. Bu, ancak ve sadece somut koşulların tahliline dayanan doğru politikalarla aşılabilir. Boykot tavrımızın halkta bir yansıması olmadığını dillerine dolayanlar kendi “bağımsız politikalarının” halkta hiç karşılık bulmadığı gerçeğini nasıl açıklayabilirler? Bu ikisi arasındaki farkın anlaşılır olduğunu varsaysak da vurgu yapmakta fayda var: boykot tavrı her ne sonuç çıkarsa belirleyeni ile anlaşılacak, değerlendirilecektir. Oysa seçime şu veya bu biçimde katılanlar “tek adam rejimi ya da parlamenter rejimde” somutlaşacak halk düşmanlığına oy vermekten sorumlu olacaklardır. Elbette ister istemez!…
Bu konu bağlamında Marks, Engels ve Lenin yoldaşların parlamento seçimlerine yaklaşımlarından hareketle bu olanaktan yararlanmayı boykot tavrının tam karşısına koymak üzerinde de durmak faydalı olacaktır. Öncelikle parlamentodan yararlanma taktiğinin koşullarının göz ardı edildiğini ifade edelim. Kuşkusuz komünistler ilke olarak hiçbir aracı reddetmemeyi savunurlar. Dolayısıyla parlamento ve seçimler komünistlerin reddettiği araçlar değildir. Bununla birlikte bu yararlanma taktiği somut koşulların incelenmesine dayanmak zorundadır. Faşizm koşullarında, parlamentonun, parlamento üyelerinin neredeyse işlevsiz kaldığı şartlarda sınıfın çıkarlarına ifade eden politikaları bu araçlar sayesinde örgütlemeye dönüştürmek neredeyse tamamen olanaksızdır. Her ne kadar doğru biçimde kullanılamasa da, tasfiyeciliğin saldırısına maruz kalsa da 2015 şartlarında bu görece mümkün olabildi. Cumhuriyet tarihinin çok kısa süreli dönemlerinde benzer şartların oluşmasından söz etmek mümkün. Ne var ki Türkiye’de genelde şartlar parlamentoyu egemen kliklerin bir kukla gibi yönetmesini getirmektedir. Hatta diyebiliriz ki seçimler yoluyla hangi kliğin iktidara geleceği dahi saptanmamaktadır. Halkın rızasını almak dışında seçimlerde çoğunlukla belirlenmiş hükümetler seçilmektedir. Hele zorlu koşullarda iktidarın kimin elinde olacağına halkın oylarıyla karar verilmesine faşizm izin vermez. Her türden yolla belirlenmiş olanların seçilmesini sağlar. 7 Haziran seçimlerinden sonraki süreç ve seçimlerin yenilenmesiyle oluşan bambaşka durum bunun en yalın örneğidir. Elbette gerektiğinde darbelerin önünün açılması da buna yeterli bir örnektir.
Faşizm koşullarında egemenlerin böyle davranmasının temel nedeni ekonominin son derecede kırılgan ve siyaset alanının da buna bağlı olarak son derecede korkak ve saldırgan olmasıdır. Emperyalizme göbekten bağlı ve feodal artıkları sırtında yük olarak taşımaya devam eden ekonomik düzen sürekli kriz içinde olmakla kitlelerin devrimci eğilimini, düzene karşı nefretini bastırmakta esas olarak başarısızdır. Kemalist düzene her ne kadar bağlılık gösterilerinde bulunulsa da kitlelerin çoğunluğunda egemen anlayışa karşı bir öfke vardır ve bu nedenle düzene muhalefet edenler genelde kazanmaya yakın olmaktadırlar. AKP’nin iktidara getiriliş sürecindeki politikaları buna örnektir. Her zaman iktidar olanın emperyalizmle iş birliği yapması kitleler için temel sorun olmuştur mesela. En son AKP tarımda, sanayide uyguladığı bağımlı politikaların halkta yarattığı hayal kırıklığının sonuçlarını yaşamaktadır. Hayal kırıklığı büyüdükçe AKP saldırganlaşmıştır. En azılı faşist parti olarak anılıyor olmasında içinde debelenmekte olduğu ekonomik kriz şartlarının belirleyici rolü vardır. Seçimlerin bu koşullarda gerçekleşmesi parlamentodan yararlanma taktiğinin genel olarak yersiz olduğunu gösterir. Sorun sadece her kim seçilirse seçilsin aynı politikaların uygulanacak olması değildir; sorun bununla birlikte devrim için koşulların genelde uygun olması ve bu nedenle devrimci politikalar için şartların sürekli uygunluğudur. Kitleleri devrim sürecine hazırlamak için ne bu koşullardaki parlamento uygundur ne de genel ekonomik ve siyasi koşullar uygundur.
DÜZEN PARTİLERİNİN KARANLIĞI
Sonuç olarak boykot tavrının koşulları vardır ve bu koşullar birçok döneme göre çok daha fazla olgundur. Dünyada ve özel olarak Türkiye’de kitleler derin bir bunalım sürecine hangi egemen sınıfların, hangi egemen devletlerin denetiminde gireceklerine karar vermeye zorlanmaktalar. Devrimci hareketler buna karşı uyarıcı ve uyandırıcı olamadıklarında kitleler kendi çıkarlarıyla hiçbir ilişkisi olmayan politikaların etkisinde kalacaklardır. Özde karşı çıkacakları halde haksız savaşların parçası olmaya direnemeyeceklerdir. Bağımlılık üretmeye devam eden politikaların yarattığı koşullara boyun eğeceklerdir. Geleceğin belirsizliğe gömülmesine karşı ses çıkaramayacaklardır. Devasa açıkların giderilmesini amaçlayan yüksek vergilere itaat edeceklerdir. Düzen partilerinin sundukları bundan ibarettir. Karanlık çok büyüktür…
Boykot tavrının bu karanlığa karşı tanımlandığını ve savunulmakta olduğunu bir an olsun unutmayalım. Sandıklarından daha güçlü olduğumuz açıktır. Devrim için örgütlenmek, mücadele etmek ertelenemez bir görev olarak önümüzde durmaktadır.


Yeni Demokrasi – Kolektif Doğrultu – 22.04.2023

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑