Sömürgecilik

Published on Aralık 17th, 2022

0

Şakar: Tecridin kırılması için mücadele yükseltilmeli

MAF-DAD Eşbaşkanı Mahmut Şakar, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üzerindeki mutlak tecridin kırılması için istikrarlı ve sistematik mücadelenin yükseltilmesi gerektiğini söyledi.

Tecridin, hukuksal ve insan hakları boyutu olmakla birlikte esas itibarıyla politik bir mesele olduğunu, dolayısıyla toplumsal mücadelenin belirleyiciliğini vurgulayan Uluslararası Hukuk ve Demokrasi Derneği (MAFDAD) Eşbaşkanı Mahmut Şakar, “Kürdistan meselesinin bir parçasıdır. Sadece Sayın Öcalan’ı, ailesini ve avukatlarını ilgilendiren bir mesele değil, tüm Kürdistan halkını ilgilendiren bir meseledir. Bunu en iyi anlayan da devletti v böyle yaklaşıyor. Elbette çok yoğun bir Kürdistan gündemi var ama tecrit, tüm bu gündemlerin odağında, merkezindedir. Tecride karşı mücadelede alacağımız mesafe, Kürt halkına daha fazla nefes aldıracak, bu savaşı da biraz daha geriletecektir. Bu nedenle çok ısrarlı, çok sistematik bir toplumsal mücadelenin yürütülmesi lazım. Komploya, tecride, savaşa, yayılmacılığa, işgale karşı; aslında aynı gündemin değişik yüzlerine karşı çok güçlü, ortak ve sürekli bir mücadeleyi yürütmemiz lazım” dedi.

MAF-DAD Eşbaşkanı Mahmut Şakar, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve İmralı’daki diğer tutsaklar ile 21 aydır hiçbir iletişim sağlanmıyor, herhangi bir bilgi alınamıyor. Bu tecrit ötesi uygulamayı, Türk yasaları ve uluslararası mevzuat açısından nasıl değerlendirmek mümkün?

Öncelikle iki şeyi vurgulamak lazım; bahsettiğiniz bu tecrit olgusu aslında İmralı’nın kuruluşu ve inşasıyla birlikte başlayan bir süreç. Yani çok yeni bir olgu değil ama bugüne geldikçe giderek ağırlaştırılan ve derinleştirilen bir karakteri izliyor. Dolayısıyla Sayın Öcalan’ın İmralı’ya getirildiği ve İmralı’nın Sayın Öcalan için özel olarak düzenlendiği, bir tecrit adasına dönüştürüldüğü günden bugüne kadar meseleyi ele almak lazım. Yani bugünü de o 24 yılın üzerinden ele almak lazım. Kronikleşen, derinleşen bir tecrit gerçeğiyle karşı karşıyayız. Sayın Öcalan ile görüşmeme durumları, mesela avukatları açısından daha önceden başladı aslında. Yani 2019’daki birkaç görüşmeyi saymazsak aslında 11 yıldır ve şu an 12. yılına giriyoruz; avukatları, Sayın Öcalan ile görüşemiyor. Tecrit sadece aile ve avukat görüşleriyle sınırlı değil. Bunlar işin can alıcı noktaları ama aynı zamanda telefon görüşmesi, mektuplaşma, gazete, kitap basım vb erişim ve tüm bunlarla birlikte savunma hakkını kullanıp kullanamamasını düşündüğümüzde günümüze geldikçe, bahsettiğiniz süreç açısından çok total bir tecritle, çok koyu bir tecritle karşı karşıyayız. Aslında son dönemde uluslararası hukuk literatüründe de “incommunicado” yani mutlak iletişimsizlik kavramı bu durum için kullanılıyor. BM kaynakları da bu tür uzun süreli haber alamama- kayıp vakalarında, bu kavramı kullanıyorlar. Aslında bu kayıp vakalarında kullanılan bir tür iletişimsizlik haliyle karşı karşıyayız. Hiçbir şekilde bilgiye sahip değiliz. Orda olup olmadığını bilmiyoruz. Ya da sağlığı, yaşam olanakları açısından ne durumda olduğu konusunda en ufak bir fikrimiz yok. Görüşmemekle birlikte mektuplar gitmiyor; gidiyorsa da ulaşmıyor, cevap yazıyorsa da cevapları ulaştırılmıyor. Farklı bir şekilde iletişim olanağı da yok. Dolayısıyla son derece ağır bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu tabloyu izah edecek bir hukuk icat edilmedi.

Normal anlamda hukuk diyeceksek hukuk literatüründe herhangi bir hukuksal mevzuat, uluslararası hukukta zaten yok. Bu konuda özellikle BM’nin tutsaklarla ilgili sözleşmesi, Mandela Kuralları olarak bilinen düzenlemelerden başlayarak tüm uluslararası sözleşmeler aslında tecride karşı bir tutum içersinde. Tutsak olmanın tüm haklarından mahrum edilmek anlamına gelmediğini; aksine hapiste olma dışında tüm imkan ve olanakların kullanabilmesi gerektiği konusunda onlarca/yüzlerce sözleşme maddesi bu konuda söz konusu.

Türkiye açısından baktığınızda, Türkiye hukukunda da böylesi bir düzenleme yok. Avukat görüşünü engelleyebilecek bir hukuksal düzenleme Türkiye’de yok. 15 Temmuz’dan sonra Olağanüstü Hal ilan edildi. Olağanüstü Hal KHK’leri çıkarıldı. Bunlar yasaya dönüştürüldü. Orada belli koşullar içerisinde avukat görüşünün engellenebileceği var, kısmi ve tekil olarak. Onun koşulları bile İmralı açısından gerçekleşmiş değil. Özet olarak uluslararası hukuk ve ulusal hukuk bugün geldiğimiz tabloyu çok fazla açıklamıyor. Bu hukukla açıklanamıyor.

Hukuk konusu hakkında son olarak şunu ifade etmek isterim; zaten İmralı gerçeği de bir keyfiyete dayanıyor olmasıdır. Siyasi iktidarın 24 yıl boyunca aslında İmralı’daki olan biten hiçbir şeyi bir yasa ile izah etme ihtiyacı duymaması, bir gerekçe gösterme gereğine bile kapılmaması. Bu konudaki rahatlığı. Aslında İmralı’yı özel kılan noktalardan bir tanesi bu. Mesela çok ilginçtir; 15 Temmuz 2016’ya kadar avukat, aile görüşmelerinin yasaklandığı her süreçte temel gerekçe neydi? Hatırlatmak açısından söyleyeyim; hava muhalefetiydi çoğunlukla. Araç bozuktu. Yani 2011’den Temmuz 2016’ya kadar avukat görüşleri 5 yıl boyunca hava muhalefeti gerekçe gösterilerek, yani insan aklıyla alay eden bir tarzda gerekçelendirdi. Yani bu kadar absürt bir gerekçe, 5 yıl boyunca hava muhalafeti olması ya da geminin bozuk olmasının absürtlüğünü dikkate almadan bu saçma gerekçeyi önümüze koydular. Ne zaman bir gerekçe sundular? 15 Temmuz sonrası getirilen OHAL düzenlemeleri kalktıktan sonra, İmralı düzenlemeleri tüm Türkiye’ye yayıldıktan sonra aslında sadece İmralı için değil ama Türkiye’deki tüm cezaevleri için izah gösterme ihtiyacı duydular. Bundan dolayı da KHK çıkardılar ve bunları yasaya dönüştürdüler. Bu açıdan İmralı için zaten özel bir hukuka da gerek yok. Hukuksal izaha da gerek yok, hukuksal bir düzenleme ihtiyacını da gerek görmüyor, sistem bunu böyle kavrıyor. 1999’dan günümüze kadar olan şey, aslında İmralı’da özel, siyasi, güncel duruma, siyasal gelişmelere bakarak son derece keyfi bir idari model yaratılmış olmasından kaynaklanıyor. Dediğim gibi Türkiye’ye yayıldıktan sonra, 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’deki tüm cezaevlerinde İmralı’daki uygulamaları yerleştirmek açısından bir hukuk getirdiler. Aile ve avukat görüşlerini de disiplin cezalarını gerekçe göstererek engellemeye başladılar.

Bu açıdan İmralı, aslında hukuktan arındırılmış bir bölge, hukukun etki etmediği bir bölge. Geçmişte Guantanamo ile karşılaştırmamızın sebebi biraz oydu. Amerika’nın etki alanında ama Amerikan hukukunun dışında. Şimdi İmralı da öyle. Yani Türkiye’nin etki alanı içinde ama aynı zamanda Türkiye’deki verili hukukun da dışında konumlandırılmış bir tarzdaydı. 15 Temmuz’dan sonra da dediğim gibi Türkiye, Kürtler için değil, Sayın Öcalan için değil, İmralı için değil ama Türkiye genelinde bu sistemi yerleştirmek istedikleri için izah girişiminde bulundu. Bu girişim de uluslararası ve ulusal hukuk açısından bir anlam ifade etmeyen bir izahat.

Türkiye’deki kurumlar (Türkiye Barolar Birliği, Cezaevi İzleme kurulları vb) ve uluslararası kurumların (CPT, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, AİHM) tutumları nasıldır?

Bu konuda ikili ayrıma gidebiliriz. Türkiye içerisindeki kurumlar, aslında Sayın Öcalan ve arkadaşlarına yönelik tecrit sadece savunma hakkını engellemiyor. Yaşamla ilgili her durumu yakından ilgilendiriyor. Sağlığa erişim hakkı, iletişim hakkı, aile ile görüşme vb. onlarca temel hak orada ihlal ediliyor. Bunlardan bir tanesi de savunma hakkıydı. Türkiye’deki başta barolar olmak üzere pek çok kurum savunma hakkını takip etmekle, bu konudaki ihlallerini gidermekle yükümlüdür. O yüzden bir avukat örgütü olarak adlandırılıyorlar. Türkiye’deki kurumlar, bazı kurumları istisna sayarsak, aslında genel olarak gözlerini İmralı’daki sürece kapattı. Orada olan biteni devletin bir iktidar alanı olarak gördüler. Devletin bir insiyatif alanı olarak gördükleri, bir temel hak ihlali bağlamında meseleye bakmadıkları, kendi çalışma alanları açısından bakmadıkları, bir istisnai durum olarak değerlendirdikleri için esasında sessiz kaldılar. Bu konuda aslında bir sözleşme içinde davrandılar. Barış Ünlü’nün dediği “Türklük sözleşmesi” mantığı içerisinde genel sistemi rahatsız etmeyecek, sistemin kaygılarını, sistemin orayı bir istisnai alan olarak düzenlemesini reddetmediler. Bu açıdan köklü bir itiraza denk gelmedik. Avukatların tüm başvurularına, Sayın Öcalan’ın avukatları da belli baroların üyeleridir; savunma hakkı ve görüşme ortamının sağlanması için barolarına başvurduklarında ciddi bir katkıyla, destekle karşılaşmadılar bugüne kadar. Yani barolar da bu işin bir parçası. Yani istese de ismese de. Ya da değişik yaklaşımlar açısından, değişik gerekçelerle bu tür sivil örgütlenmeler de üzerine düşeni yapmadılar. Devletin iktidar alanı olarak, istisnai bir alan olarak gördüler. Buna ideolojik bagajlarından da kaynaklı bir şekilde, Kürt meselesine yaklaşımlarının da bir parçası olarak bu konuyu sessizlikle karşıladılar. Bu da aslında bir açıdan İmralı sistemine, tecrit sistemine onay vermek anlamına geliyor. Ta ki biraz önce bahsettiğim bu istisnai hal tüm Türkiye’nin gerçeği, OHAL normal haline geldiğinde şimdi yakınmalar başladı ama bunun bile İmralı ile bağını çok koyamadılar. Şu an cezaevlerinde uygulanan model, Türkiye geneline yayılmış modeli. İmralı’daki modele sessizlik, onu istisnai olarak gördükleri için bugün onun Türkiye’nin tümüne yaygınlaşmasına engellemediler.

Uluslararası kurumların durumu biraz daha farklı. Başından itibaren İmralı, uluslararası kurumların bir konsensüsü ile oluştu. Bunu ifade etmem gerekiyor. Sayın Öcalan, bir komplo ile İmralı’ya getirildi. Getirilişinin kendisi de oldukça sorunlu. Tutuklanma, gözaltı değil; kaçırılma. Korsanca bir kaçırılma ve uluslararası büyük küresel güçlerin desteği ile kaçırılarak getirildi. Zaten İmralı’ya getirilişinin kendisi büyük bir hukuksuzluk. Dolayısıyla İmralı’daki hukuksuzluk, aslında Sayın Öcalan’ın kaçırılmasının bir parçası olarak gelişti. Yani biz uluslararası komplo diyoruz. Uluslararası komplonun devamı, parçası ve sonucu olarak İmralı inşa edildi. Bu genişlikte ele aldığımızda, aslında uluslararası kurumların pozisyonunu da bilince çıkarmamız biraz mümkün. O zaman uluslararası komploya onay verenler, Sayın Öcalan’ın korsanca, Avrupa hukukunun, uluslararası hukukun çiğnenmesine rağmen kaçırılıp getirilmesine destek verenler, buna katkı sunanlar, İmralı’nın inşasına da modele de aslında onay verdi. Dolayısıyla Sayın Öcalan hep söylüyordu. İlk gittiğimiz görüşmelerde, “Ben daha yeni geldiğimde Avrupa Konseyi’nin temsilcisi bir heyet geldi, burayı inceledi ve buna onay verdi” diyordu. Dolayısıyla bu sistemi uluslararası konsensüsün de eseri olarak görmek lazım. Hem uluslararası komplonun kendisi hem de İmralı sisteminin tek başına Türkiye’nin akıl edebileceği, başarabileceği bir sistem olarak gelişemezdi zaten. Uluslararası bir destekle, küresel bir girişim sonucu hem komplo hem İmralı inşa edildi. Çok derinlikli bir uluslararası eleştiriyi bu yüzden görmüyoruz. Yani sisteme dönük, 24 yıldır devam eden İmralı işkence sistemine, bu Kürt meselesinin bir proto-tipi, bir mikromodeli olarak inşa edilmiş olmasına bir itiraz yok. Yer yer Avrupa ve küresel sistem şöyle bir yaklaşım geliştirdi. AİHM yolu açık ve işkence ile ilgili özel olarak kurulmuş Avrupa Konseyi’ne bağlı CPT’yi bizlere bu işin muhatabı tek kurum olarak gösterdiler. Yani bir sorun varsa zaten ilgilenen bir kurumumuz var, dediler. Bu yaklaşımlarla aslında bu meseleyi biraz politik kulvardan çıkarmak istediler. Biraz çıkardılar da. Sanki çok normal, rutin, tekil bir haksızlık var da, yani uluslararası komploya dayanan bir sistem olarak tanımlayabileceğimiz bir sistem yok da, arkasında Kürt meselesine uluslararası yaklaşımları da barındıran temel motivasyonu politik olan bir olgu yokmuş; sadece teknik bir hak ihlali varmış gibi dönem dönem bunu CPT’ye atarak, CPT ile sınırlı kılarak, CPT’yi bize tek başına muhatap göstererek aslında 24 yıldır bu sistemin sürdürülmesine yardımcı oldular. Küresel güçler ve oluşturdukları kurumların İmralı’ya karşı sistematik ve nitelikli, derinlikli bir eleştirisi yok zaten. CPT, izolasyon olarak tanımlıyor ama ufak palyatif yaklaşımla bunun aşılması gerektiğini düşünüyor. Onu bile gerçekleştiremiyor. Belirlediği temel noktalardan bir tanesi aile avukat görüşüyken 12 yıldır avukat görüşemiyor, iki yıldır aile görüşemiyor. Kendisinden haber bile alamıyoruz. Eğer CPT veya uluslararası mekanizma, Sayın Öcalan’ın yaşayıp yaşamadığını ailesine, avukatlarına ve kamuoyuna söyleyemiyorsa onların bir değerinin olup olmadığı, anlamının olup olmadığını tartışmamız gerekiyor. Bunu bile yapamıyorlarsa karşımızda bir muhatap kurum olduğunu elbette söyleyemeyiz. Bu politik arka plandan bağımsız bir şekilde, bu meseleyi teknik, tali bir olgu olarak ele alması, uluslararası güçlerin ve Avrupa’nın temel handikapını oluşturuyor. Meseleyi politiksizleştiren, siyaset dışına atan, sanki Sayın Öcalan’ın getirilmesi bir siyasetin parçası değilmiş gibi, Türkiye ile uluslararası anlaşmaların bir parçası değilmiş gibi, İmralı’nın inşası politik bir anlaşmanın parçası değilmiş gibi, politikadan arındırıp sadece tekil bir hak ihlali gibi görmesi, meselenin ana sorununu oluşturuyor bana göre. Bu noktada bile, bunu görmesine rağmen tekil ve insan hakları bağlamında bile etkili olamadı.

Meselenin ikinci boyutu; Sayın Öcalan’ın İmralı’da olup olmadığını bile bize söyleyemeyen bir dünya ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla ortada ciddiye alınabilecek, değerlendirilebilecek bir yaklaşım olduğunu; bizim de ciddiye alıp gerçekten ilgilenen bir kurum var, insan hakları boyutuyla da olsa, politik boyutuyla olmasa bile bazı kurumlar var diyebileceğimiz bir yaklaşım yok ortada. Etkisiz olduğunu düşünüyorum ama bu etkisizliğin nedeni de bahsettiğim politik yaklaşımdan arındırılmış olması. Dolayısıyla bizim asıl muhataplarımız bu konuda siyasi mekanizmalar. Türkiye, Avrupa Konseyi üyesi ve bu konuda Avrupa Konseyi’nin bir bütünen tavır alması gerekir. Dolayısıyla tek başına onun etkisiz küçük, bürokratik bir parçası olan CPT değil tabii. Dediğim gibi; CPT’yi önümüze atarak, bunu temel muhatap göstererek, aslında arka plandaki o politik nedenlerden, politik yaklaşımlardan bizi uzak tutan bir tutum sergiliyorlar. Aynı kurumlar bana göre kurnazca bir yaklaşım içersindeler. Onların tutumunu da biraz böyle değerlendirmek gerekir, diye düşünüyorum.

AİHM’e Atina hükümeti aleyhine başvuruyla ilgili haberler yansıdı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Avrupa’daki davaları hakkındaki gelişmeleri aktarabilir misiniz?

Atina davası, aslında 2019’da yapılan bir başvuruydu. AİHM, bunu yeni gündemine aldı. Gündemine aldığı zaman bazı basın yayın organları üzerinden kamuoyuna da yayılmış oldu. İlk günden itibaren, yani Sayın Öcalan’ın İmralı’da yaşadığı 24 yılı, aynı zamanda 24 yıllık ulusal ve uluslararası hukuk açısından bir mücadele süreci olarak da görmek gerekiyor. Bu iş çok yönlü, çok taraflı bir olgu. Bir taraftan tecrit var, bir işkence sistemi inşa edilmiş ama buna karşı 10 yıl boyunca, biliyorsunuz 2009’a kadar Sayın Öcalan yalnız kaldı, daha sonra küçük bir arkadaş grubu getirildi oraya. Yani 24 yıl boyunca orada Sayın Öcalan’ın bir direnişi, bir tutumu, ayakta kalışı, bir pratiği var. Onun dışında dışarıda yürütülen toplumsal mücadele var. Hukukçuların yürüttüğü bir hukuk mücadelesi var. Yani İmralı sürecini komple ele aldığımızda, bunu sadece karşı tarafın küresel güçlerin, Türkiye’nin inşa ettiği modelle ele alamayız. Buna karşı bir direniş olduğunu söylemek lazım. Direnişin, mücadelenin bir parçası da hukuksal mücadeledir. İlk günden beri verilen bir hukuk mücadelesi var. 15 Şubat’ta getirildi, 16 Şubat’ta AİHM başvurusu yapıldı. Sayın Öcalan’ın can güvenliğinin, yaşam hakkının sağlanması için. O günden bu yana AİHM başta olmak üzere pek çok mekanizmaya, son dönemlerde Birleşmiş Milletler’in hukuk mekanizmalarına başvuru yapıldı. Uluslararası hukukun olanakları elden geldiğince kullanılmaya çalışıldı. Örneğin CPT’ye o günden beri çok düzenli raporlar gönderildi; aylık, üç aylık raporlar gibi. Düzenli olarak görüşmeler yürütüldü. Yargı konusunda temel muhatap Türkiye’nin üye olduğu ana hukuksal mekanizma, uluslararası hukuk mekanizması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir (AİHM). Dolayısıyla da baştan beri Sayın Öcalan’ın avukatlarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne onlarca dosya gönderildi. Bazılarını kamuoyu biliyor zaten; 2003 ve 2005’te Sayın Öcalan’ın adil yargılanmadığına dair AİHM karar verdi. 2014’te ağırlaştırılmış müebbetin işkence olduğuna dair karar verildi. Bu tür bazı pozitif uluslararası hukuk kararları alındı. Bunların ne kadar uygulandığı ayrı bir tartışma ama bu tür AİHM’de açılan davalar var ve kazanılan davalar da var. Onun dışında hali hazırda süren en önemli dosya daha önce kamuoyuna da kısmen yansıdı. 2011’de AİHM’e başvurusu yapılmış, Sayın Öcalan ve arkadaşlarının yaşadığı ortamı tecrit olarak tanımlayan bir başvuru var. Aslında o başvurunun da açıklanmış olması lazımdı bugüne kadar. Bekleniyor yani. O davada hukuki süreç tamamlanmıştı. Şu an o davanın sonuçlanması bekleniyor. Şu an AİHM’deki en önemli dosya odur. 2011’de açılmış, 2023’e giriyoruz. 12 yıldır AİHM bunu tamamlayamadı. Bu dava da aslında AİHM’e yönelik yapılacak eleştirimizin bir parçası olarak görmek lazım. Bu kadar önemli, yaşam hakkı ihlali, işkence yasağının ihlali gibi bir davayı 12 yıl içerisinde bitirmemek de AİHM’in yaklaşımına yönelik geliştirebileceğimiz eleştirilerden bir tanesi. En önemli dosya, 2011 tecrit dosyasıdır. Onu bekliyoruz. AİHM daha önce tecrit kararı vermişti zaten, 2009’a kadar olan süreci ama 2009’dan bugüne, yani diğer arkadaşların İmralı’ya getirilmesinden bugüne kadarki süreciyle ilgili AİHM henüz bir karar vermedi. Bu kararı, geçen yıldan beri bekliyoruz. Bu yıl da çıkmadı. Yakın zamanda buna ilişkin karar verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Onun dışında diğer bir önemli dosya az önce ifade ettiğiniz gibi Atina’da Yunanistan aleyhine açılmış bir dosya. Bugüne kadar AİHM’de açılan tüm dosyalar, onlarca dosya, halen devam eden irili ufaklı başka dosyalar da var, tümü AİHS’nin bir üyesi olan Türkiye aleyhine açıldı. Bahsettiğim dosya Yunanistan aleyhine açıldı. Temel yaklaşım da uluslararası komploda Yunanistan’ın rolüne ilişkindir. Daha önce Yunanistan’da uzun süren bir iç hukuk mücadelesi verildi. Bu kısmen zaman zaman geçmişte de basına yansımıştı ama Yunanistan iç hukukunda sonuç alınmayınca 2019’da bu dosya açıldı. Bu dosyada AİHM yakın zamanda taraflara, avukatlara hem de Yunanistan hükümetine bu dosyayı ele aldığını, normal AİHM prosedürünü başlattığını bir yazıyla iletildi. Aslında basına yansıyan odur. AİHM dosyayı kaydetti ve artık bu dosyanın açıldığını ve hukuki sürecin başladığını bildirdi. Her iki taraftan da istedikleri var. İşte bu süreç başladı. Ama AİHM’deki sürecin biraz uzun sürdüğünü, en hızlı dosyanın bile 5-6 yıldan önce bitirilmediğini de baz alırsak, kısmi olarak bu dosyanın biraz daha süreceğini tahmin edebiliriz.

Asrın Hukuk Bürosu’nun açıklaması sonrası yapılan bazı açıklamalarda tecride karşı seferberlik çağrıları yapıldı. Bunu nasıl yorumlarsınız?

Bu 24 yıllık tecrit süreci, günümüzde artık haber alınamama noktasına kadar geldi. Bunun insan hakları hukuku boyutunu az evvel biraz ifade etmeye çalıştım ama bu meselenin toplumsal boyutunu anlamak, aslında İmralı sistemini anlamakla bağlantılı. Sayın Öcalan’ın bir temsiliyeti var. Kürt halkının 2013’te başmüzakereci ilan ettiği, daha önce kendisini temsil ettiğini söylediği bir şahsiyet. Geçmiş zamanlarda Sayın Öcalan’ı siyasi irade olarak tanımlayan imza kampanyalarında 10 milyonu aşkın insanın Sayın Öcalan için imza verdiğini, özgürlüğünü istediğini düşündüğümüzde Sayın Öcalan’ın temsiliyetinin, bu meselede belirleyici olduğunu görmemiz lazım. Zaten Türkiye’nin, ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in, tüm Avrupa güçlerinin bu komploda seferber olması, özel bir adanın inşa ediliyor olması, Sayın Öcalan’ın temsiliyetiyle alakalı bir mesele. Bu temsiliyet, Kürt meselesiyle son derece bağlantılı. Modern anlamda Kürt siyasi hareketinin kurucusudur, yürütücüsüdür ve 50 yıllık Kurdistan siyasal tarihinin temsilidir. Onu bugüne kadar getiren şahsiyettir. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda; bu meselenin hukuksal, insan hakları yanları olmakla birlikte esas itibariyle politik bir meseledir. Kurdistan meselesinin bir parçası olarak görmek lazım. O yüzden İmralı tecridi ve Sayın Öcalan’ın içinde bulunduğu atmosfer, sadece onu, ailesini ve avukatlarını ilgilendiren bir mesele değil; orada tutma nedeni olan aslında bir bütün olarak Kürt meselesinin muhataplarının tümünü ilgilendiren bir meseledir. Yani bir bütün olarak tüm Kurdistan halkını ilgilendiren bir meseledir. Devlet buna böyle yaklaşıyor zaten. Bunu en iyi anlayan da devlet. Sayın Öcalan’ı orada tutması, Türkiye’deki mevcut hukukun dışında tutuyor olması ve sürekli güncel gelişmelere göre İmralı’da bir politik tutum belirliyor olması, zaten meseleyi o yönlü gördüğünü de gösteriyor. Biz bunu İmralı’ya gittiğimiz süreçlerde de görüyorduk. Oraya yaklaşım dışarıya hemen yansıyordu. Yani Sayın Öcalan içeride tutsak ama bir bütün olarak Kurdistan siyasetinin içinde zaten. O yüzden ona yönelik bir yaklaşım bakıyorsunuz dışarıya da yansıyor. Bu paralellik hep oldu. Devlet bunu kuruyor zaten. Dışarıda savaş varken veya İmralı’da tecrit uyguladığında Kürtlere dışarıda gül dağıtmıyor, karanfil dağıtmıyor; Kürtlere de kurşun dağıtıyor. Aslında içeride Sayın Öcalan ile görüştüğünde, müzakere süreci başladığında dışarıdaki hayat, Kürtlerin hayatında da bir değişim yaratıyor. Daha ılımlı daha yaşanabilir bir alan çıkıyor Kürtler ve aslında dostları açısından da, genel olarak baktığınızda Türkiye açısından da. Kürtler açısından ifade ettiğimizde bu paralelliği bizim görmemiz lazım. Buradaki politik atmosfer, Sayın Öcalan’a dönük devlet aklının oraya uyguladığı gündelik politika, dışarıdaki tüm Kurdistan toplumunu ilgilendiriyor. Sadece Kuzey Kurdistan’ı değil; Rojava’yı, Başûr’u da bir bütün olara Türkiye’nin etkili olduğu, olmak istediği bütün Kurdistan parçalarını etkiliyor. Bu bir realite. Bu realiteyi en iyi gören Türk devletidir. Zaten siyasetini ona göre kurguluyor.

Son 5 yıldır içinde yaşadığımız ve ‘Çökertme Planı’ olarak tarif ettiğimiz süreç, zaten müzakere sürecinin yıkılması ve ağırlaştırılmış tecridin başlamasıyla başladı. Yani müzakere süreci varken belki hazırlık yaptılar ama bu süreci pratikleştiremezlerdi. Dolayısıyla içerisi ve dışarısı Türk devleti açısından tek bir siyaset uyguluyor. O siyaseti İmralı’da başlatıyor ve dışarıya da yansıyor. Bu, Türkiye halkı açısından da doğru.

Dolayısıyla bizim de aslında devletin meseleye baktığı gibi bakmamız lazım. Tabii Sayın Öcalan Kürtler açısından çok değerli bir şahsiyet. Tecrit içinde kalıyor olmasına karşı tavır göstermek lazım ama aslında biraz da herkes, tüm Kurdistan halkı, kendi özgürlüğü, kendi yaşam alanlarını genişletmesi için de tecride karşı çıkması lazım. Tecride sadece Sayın Öcalan’a yönelik baskıya itiraz ettiğimiz için değil ama aynı zamanda Kürt halkının temel hak ve özgürlüklerinin sağlanabilmesi açısından da karşı çıkıyoruz. Aslında Türkiye halklarının da bunu görmesi lazımdı ama maalesef bu konudan çok uzak bir tutum var. Sayın Öcalan söz konusu olduğunda bu ırkçı genellemelerin içine kendisini dahil eden bir yaklaşım söz konusu. Oysa son 5 yıla baktığımızda aslında tecritle başlayan, Kürtlere karşı savaş olarak, militarizm, işgal olarak devam eden bu sürecin Türkiye’de tek adam diktatörlüğünü yarattığını da görüyoruz. Bize savaş olarak dönen, Cizre’de bodrumlarda gençlerimizin katledilmesi olarak dönen süreç, Türkiye’ye de tek adam diktatörlüğü olarak yansıdı. Tecrit olgusu, Kurdistan ve Türkiye halkları açısından yaşadığımız süreci belirleyen, gidişatı belirleyen, dolayısıyla geleceği belirleyen bir olgu. Bu konuda toplumların da temel taleplerinin içersinde savaşa karşı çıkmak; yayılmacılığa, işgale karşı çıkmak, tecride karşı çıkmak, aslında bana göre Kürtlerin temel gündemini de oluşturuyor. Dolayısıyla bu gündemler ışığında alınacak mesafe de hepimizin hayatını çok farklı etkileyecektir. Kürt toplumu, Kürt halkı, ilk günden beri komployu kabul etmedi zaten. Sayın Öcalan, Avrupa’ya geldiğinde, Roma’da iken Kürt halkının nasıl Roma’ya akın ettiği hepimizin aklında. Muazzam bir sahiplenme de oldu. Komploya karşı muazzam direniş de oldu. Yani komployu o günden bugüne kadar hiçbir şekilde kabul etmediğini Kürt halkı ortaya koydu. 9 Ekimlerde, 15 Şubatlarda ısrarla komploya hayır, komployu tekrar kınayan eylemlerin yapılması, bunun bir hafızaya da dönüştürmüş olması, Kürt halkının yaklaşımını gerçekten veriyor. Küresel güçlerin bu hukuksuzluğunu ve Türkiye’nin inşa ettiği bu sistemini kabul etmemek, Kürt halkının ortaya koyduğu temel tavır, temel tutumdur.

Bu tecridin kırılması noktasında daha istikrarlı, daha sistematik, daha düzenli ve bunu aşabilecek bir tutuma da ihtiyaç var. Elbetteki Kürt halkının gündemi yoğun. Bir taraftan Kurdistan gerillasına karşı uluslararası hukukça yasaklanmış kimyasal silahlar kullanılıyor. Rojava büyük tehdit altında. HDP ve tüm siyasi tutsaklarımız tehdit altında. Bu açıdan çok yoğun bir Kurdistan gündemi var ama tecrit, tüm bu gündemlerin odağında, merkezinde olan bir şey. Yani biz, Kurdistan halkı kritik bir süreçten geçiyoruz ama bu kritik sürecin merkezinde de bu tecrit uygulanıyor. Dolayısıyla tecride karşı mücadelede alacağımız mesafe, Kürt halkına daha fazla nefes aldıracak. Bu savaşı da biraz daha geriletecektir. Bu nedenle çok ısrarlı, çok sistematik bir toplumsal mücadelenin yürütülmesi lazım. Bir itiraz var, bir tutum var, bir direniş var. Bir gelenek de yaratıldı bu konuda. Sayın Öcalan’dan haber alamamamız bu konuda henüz bu işin gerektirdiği tempoyu, gerektirdiği gücü ortaya koymadığımızın da ispatı. Sonuçta 21. ayına girdiğimiz bir haber alamama durumu var. Bu konudaki ısrarlı mücadelenin, biraz daha yükseltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla komploya, tecride, savaşa, yayılmacılığa, işgale karşı; aslında aynı gündemin çok değişik yüzlerine karşı çok güçlü ortak ve sürekli bir mücadeleyi de yürütmemiz lazım.


ANF – 17.12.2022

Tags: , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑