Makaleler

Published on Mayıs 18th, 2023

0

Liberal hayallerin iflası | Umut Gazetesi


On binlerce insanı ve koca kentleri yok eden bir depremin sorunlarını ve sonuçlarını bile kısa sürede gündemden çıkaran seçim, içinde barındırdığı bütün değişim umutlarını boşa çıkartarak yaşandı. Henüz ikinci turu tamamlanmamış olsa da ilk turun sonuçları AKP/RTE iktidarının ülkedeki siyasal hegemonyasını yenilemiş görünüyor. Siyasal muhalefetin parlamento seçimlerinde yaşadığı başarısızlık cumhurbaşkanlığı seçimlerine de taşınacak gibi görünmektedir.

Hayal edilen değişim çarklarının daha ilk turdan itibaren dönmeye başlayacağını uman herkes şimdi büyük bir moral yıkıntısı içinde bu sonucun nasıl meydana geldiğini çözmeye çalışıyor.

Aslına bakılacak olursa, Türkiye’nin seçimlerde yaşadığı yanılgının benzerleri bundan kısa süre öncesinde bazı Latin Amerika ülkelerinde de yaşanmaktaydı.

’70lerin başından itibaren dünya pazarının içine girdiği neoliberal süreç içinde Latin Amerika’daki iktisadi ve siyasal gelişmelerin bir süre sonra Türkiye tarafından da deneyimlendiğini bize gösterir oldu. Neoliberal dalganın küresel egemenliği oturdukça bu zaman aralığı da giderek kısaldı.

Bu gözlem aralığında Şili’deki anayasaoylamaları, Brezilya’daki seçimler ülkelerde yükselen değişim beklentilerinin keza derin hayal kırıklıkları içinde çökmesiyle sonuçlandı. 2020 yılında Şili halkının %80’i faşist Pinochet rejiminden kalma anayasanın değişmesi talebini kabul ederken 2022’de genç sol hükümetin kendisine önerdiği anayasa değişikliğini %62 oyla reddetti. Brezilya’da ise faşist Bolsonaro iktidarına karşı başkanlık yarışında aday olan İşçi Partisi lideri Lula kolay seçim beklentilerine karşın seçimleri ancak küçük bir iç savaş tehdidinden geçerek elde edebildi. Seçimler öncesinde Lula 48-50 bandındayken Bolsonara 30’larda tahmin ediliyordu. Ancak ikinci turun sonunda Lula 50,9 alırken Bolsonaro49,1 oranında oy aldı.

Ve şimdi Türkiye’nin seçim sonuçları…

Bütün bu rakamlar seçim sonuçlarını “az çalıştık çok çalıştık” gibi görece teknik çerçevede açıklamalardan uzak bir şekilde, bir sosyo-politik halk eğilimi gerçeğini bize göstermektedir. On yıllardır neoliberalizmin yıkıntısı altında kalan yığınlar kendilerindeki değişim taleplerini bu sistemin kendisine ait adaylara teslim etmemektedirler. Neoliberal süreçlerin emekçi halk yığınlarında kaçınılmazca biriktirdiği nesnel değişim koşullarını egemenlerin oyunlarında oyuncak edilmesine müsaade etmemektedirler. Çok açıktır ki bu düzey tipik bir devrim ve reform ikilemi karşısındaki kitle eğilimini yansıtmaktadır. Daha ileri devrimsel çözümleri bulamayan kitleler kendi tarihsel hafızalarındaki geçmiş değişim modellerinde takılı kalmaktadırlar. Kemalist burjuvazinin tutuculuğu ya da kasaba eşrafının soygunculuğu… Ezilen ve emekçi Türkiye halkları, değişim taleplerinin karşısına çıkan bu iki alternatife göre yer tuttu.

Her iki tercihin yarattığı ve yaratacağı iktisadi ve siyasal sorunlar devrimci komünizmin bilincindeydi ve bu nedenle halkın ihtiyaç duyduğu siyasal tercihin bu alternatifler arasında olmadığını propaganda etti, başkanlık seçimlerine katılmayı reddetti.

Ancak sol liberaller ve liberal solcular düzen bağları itibariyle düzen içi alternatiflere göre tutum almayı öne çıkardılar ve halkın devrim beklentilerince reddedildiler.

AKP, 20 yıllık halk düşmanı politikalarıyla 2018’den bu yana %7 civarında oy kaybederken burjuva liberal politikalarla alternatif olmaya kalkan CHP kendi oy oranını hiç yükseltemedi. 2018’e göre sağladığı %2.75’lik artışı, seçimlerde listesine kattığı sair partilerin toplam karşılığı oldu.

Sonuç, sistemsel ve programatik nitelikte değişim politikalarına yer vermeyen liberal parlamenter düzenbazlıklara halkın yolu kapatması oldu.

Bu sosyopolitik eğilim elbette Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ) güçleri için de geçerlidir. Liberal sol ve sol liberaller ittifakının %15’lere kadar çıkma beklentileriyle  “üçüncü yol”u askıya alan politikaları halk tarafından ağır bir eleştiriye muhatap kaldı. Kürt halkı, özgürlük taleplerinin yeniden “yetmez ama evet”çi işbirlikçilere emanet edilmesine karşı eleştirilerini oldukça güçlü bir şekilde belirtti.

Konu şu şekilde anlaşılmalıdır:

Emperyalist kapitalizmin üçüncü bunalım dönemini oluşturan neoliberal politikalar artık emperyalist burjuvazi açısından da tıkanmış durumdadır. İçinde bulunduğumuz üçüncü savaş konjonktürü bunun sonucunda oluşmuştur. Emperyalist burjuvazi post neoliberal geçiş için halkın değişim taleplerini kontrol altında tutmaya çalışmakta ancak halk yığınları kendi emekçi bilinçleri itibariyle emperyalizmin bu manipülasyonuna karşı direnç göstermektedir. Emperyalist neoliberalizmin ortaya çıkardığı değişim koşulları doğrudan devrim nesnelliğine tekabül etmektedir ve halkın değişim talepleri yalnızca devrim iddiasıyla karşılanabilecektir. Türkiye proletaryası, emekçi Kürt halkı ve bunların öncüleri açısından bu seçimlerde ortaya çıkan gerçek bundan daha yalın ve sade değildir.

Bu makro devrim konjonktürüne karşın devrimci alternatifin yokluğunda kitle eğiliminin ortaya çıkardığı önemli bir alt sonuç kitle ideolojisindeki şovenist eğilimdir. 14 Mayıs seçimleriyle ortaya çıkan parlamentonun üçte ikisi doğrudan faşist partilere aittir. Başkanlık seçimlerinde Sinan Oğan’ın görece yüksek oy oranı da bunun bir diğer tezahürüdür. Çok bellidir ki halk yığınlarındaki bu ideolojik yönelim içinde bulunduğumuz üçüncü savaş konjonktürünün bir diğer tezahürüdür.

Liberallerin ve Kautsky solunun görmezden geldiği ve görünmez kılmaya çalıştıkları bu gerçek içinde bulundukları nesnel koşullar itibariyle halk sınıflarının bilincinde yansımazlık edemez. Dünyanın ve bölgenin kendi iç hengamesi özellikle jeostratejik ve jeopolitik konumu itibariyle Türkiye halklarında daha güçlü hissedilmektedir. Yukarıda emperyalist neoliberal politikalardan çıkış sürecine yönelik Latin Amerika’ya ilişkin verdiğimiz referans bu düzeyde tam tersinden bu toplumsal konjonktürü doğrular niteliktedir.

Uluslararası burjuvazi, Latin Amerika’da post neoliberalizmi bir “pembe dalga”yla ilerletmeye çalışıyor. Halk sınıflarının devlete ve düzene rızası solcu hükümetler eliyle sağlanmaya çalışılıyor. Bu imkân, ülkelerin toplumsal özgünlüklerinden kaynaklandığı gibi aynı zamanda Latin Amerika’nın içinde bulunduğumuz emperyalist savaş konjonktüründe belirleyici bir coğrafya olmamasından kaynaklı bir toleransa da yaslanıyor. Türkiye’de ise emperyalist savaşın bütün çelişki ve gerilimleri doğrudan iç politikanın konusu halindedir. Suriye sorunu ve Suriyeliler, askeri sanayi ve Ukrayna savaşı, NATO üyeliği ve iktidarın seçimleri bir “darbe” olarak görecek kadar dış müdahaleye açık hale gelmesi ve elbette bütün bunların dış kaynak kısıtlamaları üzerinden mali ve iktisadi sonuçlarla halkın mutfağına girişi ülke halkının bilincini doğrudan kendi çıkarları ve çıkışı üzerinden biçimlemektedir.  Devrimci faaliyet bu gelişmeyi anti emperyalist bir yurtseverliğe çeviremediği koşullarda bu arayış hızla şovenizme kaymaktadır.

Seçimlerde AKP’nin toplumsal muhalefeti Amerikancı ve Avrupacı olarak etiketlemesi kadim “gavur alerjisi” ve sömürgeci egemenliği gibi tarihsel arka planların yarattığı ideolojik yatkınlıklar itibariyle ulusalcı çözümlere ve şoven söylemlere kilitlenmesine yol açtı. NATO’culuğu konusunda hiçbir kuşku götürmeyen Kılıçdaroğlu’nun son günlerde ortaya attığı Rus müdahalesi iddiaları da olasıdır ki bu gidişi aynı saiklerle tersine çevirme çabasından kaynaklıdır.

Milliyetçilik devlet toplum yakınlaşmasında burjuvazinin klasik bir ideolojik aracı olmasının yanı sıra yeni oligarşik dengenin kurulması açısından da işlevsellik taşımaktadır ve seçimlerde böyle bir perde de açılmış gibi görünmektedir. Bilinmektedir ki özellikle Türkiye’deki seçimler saf bir demokratik süreç değil aynı zamanda nitelikli bir manipülasyon alanıdır. Seçim sonuçları dijital müdahalelere uğramış görünmektedir. Bugün CHP’nin, seçimlerde önemli bir örgütlenme olan bilişim departmanı sorumlusu olarak Onursal Adıgüzel’i görevden alması bu gözlemin doğruluğunun kanıtıdır. Keza AA’nın yanı sıra seçim sonuçlarını aktaran ANKA’nın sahibi Tuncay Özkan’ın Cumhuriyet mitinglerinden bu yana derin devlet ilişkileri çok bilinir ve tartışılır bir durumdur. Bu itibarla burada bu ihtimalin varlığından ziyade yönelimi ve yönlendirmesi tartışılmalı, kavranmalıdır.

Emperyalist burjuvazinin yanı sıra Türkiye egemen burjuvazisi açısından da seçimlerde bir kez daha ortaya çıkan toplumsal yırtılmanın ve bir bütün olarak devlet toplum yabancılaşmasının ortadan kaldırılması önemli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın giderilmesinde ana mekanizma olarak doğrudan devlet sınıfları, ideolojisi ve siyaseti devreye girmiş gibi görünmektedir. Burjuvazi modern, liberal ve kadim, gerici kanatlarıyla bir bütünleştirici bir blok yaratma gücünden düştüğü koşullarda yüz yıllık devlet refleksleri harekete geçmiş gibidir. ANKA’nın yönettiği algı bir tür “adam kazandı” algısıdır. Seçimde Erdoğan üstünlüğüne toplum inandırılmış, sokak tepkisinin önü alınmıştır. Şimdi Türk devletinin ihtiyacı olduğu siyasal bir bütünleşme üretilebilecektir.

Örneğin, seçimlerin beliren sonucu itibariyle Kılıçdaroğlu’nun istifası, yerine İnce ya da İmamoğlu gelişi; MHP’nin Oğan’la yenilenmesi, AKP’de de RTE’nin en azından sağlık koşullarıyla çekilerek yerine Bayraktar’ın getirilmesi Türk devlet egemenliğine bütünlüklü bir burjuva arkaplan, parlamento meşruiyeti sağlayabilecektir. Finans kapital+tefeci bezirgânlık+devlet sınıflarından oluşan klasik oligarşik denge devlet sınıfları öncülüğünde bir ağırlık kayması taşıyacaktır. Emperyalist savaş konjonktürü öncesinde bu ağırlık AKP’nin temsil ettiği kadim sermayeden alınıp finans kapitale doğru kaydırılmak istenmekteydi. 15 Temmuz ve Millet İttifakı bunun girişimleri ve araçlarıydı. Ancak şimdi görünen odur ki emperyalist savaş konjonktürü oligarşik dengenin yeni merkezini devlet sınıflarına doğru kaydırmaktadır.  Marx, kimi geçiş süreçlerinde sınıfın kendisiyle siyasal temsilcileri arasında ortaya çıkan siyasal farklılıklara dikkatimizi çekmişti. Önümüzdeki süreçte sıkça hatırlamamız gereken bir uyarı olacak gibi görünmektedir. Yine de ve elbette bu egemen devlet yönetimi giderek dağılmakta olan emperyalist hegemonya içinde kendine yeni ittifak zeminleri ve ilişkilenme düzeyleri oluşturacaktır. Bu açıdan Türk devletinin birinci ve ikinci savaş pratikleri bize ihtiyacımız olacak referansları verecek yeterliği taşımaktadır.

Burjuva politika kiremitliğindeki bu kargaşanın ötesinde, seçim sonuçları, yığınların değişim taleplerini bir devrim önkoşulu olarak gören Türkiyeli ve Kürt birleşik devrim açısından oldukça kritik bir sadeleşme imkânınıönümüze koymuştur. Seçimler öncesinde “iki ülke iki devrim” gerçeğinin gündeme getirdiği farklılaşmalar pratik bir gerçekleşme ve deneme imkânı bulamadan yeniden birleşik devrimin stratejik ihtiyaç ve yönelmelerindeki bir bütünlüğe kavuşacaktır. Kürt devrimi, liberal burjuvazinin hazırlığını yaptığı sömürge demokrasisinin bile bir hayal olduğu koşullarda doğrudan kendi devrimci Haziran kararlarını güncelleyerek birleşik devrime yönelirken, Türkiye devrimi de cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki boykot kararlarının doğruluğu ve haklılığı içinde metropol proletaryasını bir yandan ayaklanma fikriyle silahlandırırken diğer yandan silahlanma fikriyle ayaklandırarak emperyalist savaş konjonktürünün gereken devrimci politikalarına daha tereddütsüz bir şekilde yürüyecektir.

Seçimler birleşik devrim sloganının biricik yön ve yol gösterici olduğunu kanıtlamıştır.

Tek yol birleşik devrim!


Umut Gazetesi – 16.05.2023

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑