Söyleşiler

Published on Mayıs 18th, 2023

0

Kaypakkaya’nın 50. ölümsüzlük yılı | Volkan Yaraşır ile söyleşi


Kaypakkaya’nın 50. ölümsüzlük yılı | Volkan Yaraşır: Kaypakkaya gerçek manada paradigmanın iflasını yazan, bunu yıkıcı bir pratikle hayata geçirendir…

Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya’nın 50. ölümsüzlük yılına ilişkin hazırladığımız söyleşi dizisini sizlerle paylaşıyoruz…

Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya’nın 50. ölümsüzlük yılına ilişkin söyleşi dizisi gerçekleştiriyoruz.

Kaypakkaya’nın 68 kuşağı içerisindeki özgün yanı, 68 kuşağı ve özelde Kaypakkaya’nın tarihsel mirası, Cumhuriyetin ikinci yüzyıl tartışmaları ve Kemalizm’in günümüzdeki durumu, Kaypakkaya’nın ve 68’in günceldeki önemi gibi sorulara cevap aradığımız söyleşi dizimizin beşinci konuğu Volkan Yaraşır.

Volkan Yaraşır ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi şöyle;

İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden 50 yıl geçti. 50. yılında Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?

Volkan Yaraşır: Sınıflar mücadelesi bir momentler bütünselliğidir. Devrimci teori ve devrimci pratiğin diyalektiği bu bütünsellik içinde kurulur veya inşa olur. Başka bir ifadeyle devrimci teori ve pratiğin diyalektiği bu bütünsellik kavrandığı manada anlaşılır. Marksizm’in yıkıcı bir teori olması, aslında onun yıkmayı ya da değiştirmeyi esas almasından gelir. Bu karakter yıkıcı bir pratiği koşullar. Yani vurgu şudur; dünyayı (sadece) anlamak istiyorsanız (bile) ancak onu değiştirme faaliyeti içinde anlayabilirsiniz. Marksist sistematik bu zemin üzerinden kurulur. Bu tanım başka bir manada, Marksizm özünün praksis olduğunu ortaya koyar. Praksis, Fuerbach Üzerine Tezler’de Marx’ın ileri sürdüğü 11. Tez’in hakikate dönüşme halidir. 11. Tez Marksizm ruhunu en iyi ifade eden tanımlamadır. Aslında 11.Tez diğer 10 tezin bir anlamda konsantrasyonudur. Diğer 10 tez, 11. Tez’de manasını ve derinliği bulur ve devrimci teorinin yapı taşı olarak işlev görür. Marksizm 1848 kıta devrimi ve büyük toplumsal ayağa kalkışıyla birlikte kendini sadece teoriyle değil, sınıf mücadelesi içinde ve buradaki devrimci pratiğiyle var eder ve tüm dünyayı sarsan enternasyonalist devrimci akım olarak gelişir. Kopuş ve süreklilik diyalektiği Marksizm’in gelişme dinamiğini açıklar. Tarih anlayışı, toplum çözümlemesi ve yöntem olarak eylemi ve değiştirmeyi esas alır. Marksizm bu manada bir eylem felsefesidir ya da eylem felsefesi olarak şekillenir.

Bu vurgularım aslında İbrahim Kaypakkaya’nın Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki üstün vasıflarını ortaya koymak içindir. İbrahim, Marksizm’in tüm başat özeliklerini ve karakteristliğini devrimci teori üzerine çalışmalarında ve pratik faaliyetlerinde ortaya koymuştur. İbrahim’in yıkıcı teorisi gerçek manada yaşayan Marksizm’dir. Devrimin güncelliği üzerine kurulan bu teori bir evrensel sınıf olarak, aynı anlama gelmek üzere evrensel devrimci sınıf olan proletaryanın yıkıcı gücünü harekete geçirmeyi hedefler. Ya da bu yıkıcı gücün enerjisini kristalize etmeyi amaçlar. İbrahim, Marx ve Engels’in Kutsal Aile’de bahsettiği özel mülkiyet dünyasını ortadan kaldıracak Yıkıcı Parti ya da yıkıcı gücün yani proletaryanın tarihsel rolünü gerçek manada kavrayan ve varoluşunu ve pratiğini bunun üzerinden kuran bir devrimci komünist önderdir. İbrahim’in gücü her şart ve koşulda, başka bir izahla sınıflar mücadelesinin her momentinde, devrimin imkanını aramasından gelir. İbrahim diğer ’71 devrimcileri gibi silahların eleştirisiyle yola çıkar. Fakat bu nokta İbrahim için bir başlangıçtır. İhtilalci bir yolun gerekliliğidir. Onu müstesna kılan şey ihtilalciliğini sınıf siyaseti üzerinden kurması ve bunda ısrarıdır. Sınıfsal antagonizmayla hareket etmesi İbrahim’e komünist bir ufuk verir, komünist bir ufuk kazandırır. Bu kapitalizmden gerçek kopuşunun nerede ve nasıl olacağı sorusunun sorulmasını ve devrimci pratiği koşullar. Bu Mao’nun Uzun Yürüyüşü gibidir. Ya da uzun yürüyüşler komünist ufuk gerektirir. İbrahim komünist bir ufukla hareket eder ve sistemin acıyan yerlerinin arkeolojisini yapar ve militan bir şekilde analiz eder. Eğer İbrahim’de bir özgünlük aranacaksa bu özgünlük onun yıkıcı teori ve yıkıcı pratiğinde aranmalıdır. Bu aynı zamanda sınıf siyaseti ve yaşayan Marksizm’dir. İhtilalin yoludur.

Son elli yıllık süreç bir yandan İbrahim’in sistematiğinin önemini, bu sistematiğin yıkıcı niteliğini ortaya koysa da bu sistematiğin devrimci çevrelerce yeterince anlaşıldığı kanaatinde değilim. İbrahim ya ignore edilmiş ya ruhu alınmış bir politik figüre indirgenmiş ya da bir ikonoklast olmasına karşın politik ikon haline getirilmiştir. İbrahim’i özel kılan, onu ayrıştıran şey; devrimin diyalektiğiyle hareket etmesi ya da devrimin her şart altında imkanını aramasıdır. Bu onun sistemin ontolojisini çözmesini ve sistemin ana kolonları olan Ulusal Sorunu ve Kemalizm olgusunu Marksist bir yöntemle analiz etmesini sağlamış, işçi sınıfın tarihsel rolünü açığa çıkarmıştır. İbrahim kısaca izlenecek yolu göstermiştir. Bu noktada silahların eleştirisi mana kazanır.

Kısacası İbrahim ve TKP- ML’nin ’71 in diğer iki devrimci ana akımı olan THKO ve THKP-C’den farklılığı kendini sınıfsal antagonizmada konumlandırmasıdır. O’nun için ihtilalci yol devrimin güncelliği içinde şekillenir ve sınıf siyaseti bu yolun vazgeçilmez eksenidir…

Eskimiş, şablon, modası geçmiş, devrimci bir kaynak, eylem kılavuzu, yaslanmamız gereken deneyim tartışmaları içerisinde 68 kuşağını özelde de İbrahim Kaypakkaya’yı değerlendirir misiniz?

Volkan Yaraşır: Ben ’68 Kuşağı kavramını kullanmayı tercih etmiyorum. ’71 Devrimcileri tanımlaması bana daha doğru geliyor. Şöyle ele alınabilir. ’71 Devrimcilerini besleyen bazı kaynaklar var. Bunlardan biri Anadolu ve Mezopotamya topraklarında halklarının komün geleneği ve komün rezervleri, ayrıca halkların isyan gelenekleridir. Bunun yanında özellikle 1960 sonrasında işçi sınıfının hızla nesnel ve öznel şekillenişi, yoksul köylülerin özgürlük ve toprak açlığı ve öğrenci gençliğin anti- emperyalist mücadelesi ’71 devrimcileri besleyen bir başka kaynaktır. Özellikle 1968 küresel isyan hareketi ’71 devrimcilerin kimlik ve ruhlarını şekillendiren A. Badiou’nun Olay Felsefesi’ne dayanan, “olay” kuramına uygun bir gelişmedir. 1968 gerçek manada radikaldir ve gerçek bir praksistir. 1968 gerçekten dünyayı sarsan bir yıldır (Dünyayı Sarsan Yıl 1968 başlığı altında, 1968’i spesifik olarak ele alan, farklı ülkelerdeki biçimleniş tarzını, dinamiklerini ve yarattığı birikimleri analiz eden ve siyaset felsefesi içeriğinde bir kitapçık çalışmam var, ilgili arkadaşların dikkatini çekebilir). 1968 küresel isyan hareketi çok katmanlı bir içeriğe sahiptir.

1968 bir boyutuyla Fransa’da ve İtalya’da devrimci durumu işaretledi. İtalya’da bu konjonktür iki kızıl yıl olarak anıldı. Fransa’da tarihin en kitlesel ve en uzun genel grevlerinden biri gerçekleşti. İtalya’da ve Fransa’da fabrika işgal eylemleri yanında işçi konseyleri deneyimleri yaşandı. Kitleler ayağa kalktı, sokak ve barikat savaşları yanında üniversite işgalleri ve uzun Üniversite boykotları gerçekleşti. Ayrıca ABD’de Siyahi Hareket muazzam adımlar attı. Irkçılığa ve her türlü diskriminasyona karşı milyonlar harekete geçti. Savaş karşıtı hareket muazzam güç biriktirdi. Karşı kültür pratikleri önemli izler bıraktı. Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya’da ulusal kurtuluş mücadeleleri halkların emperyalizme kafa tutuşunu ve boğun eğmeyişini gösterdi. Silahlı mücadelenin halklaşmasının zengin pratikleri doğdu. Özellikle Vietnam Savaşı ve Ho Chi Minh yani nam-ı diğer “Ho Amca” kimliği isyanın adıyla özdeşleşti. Vietnam halkı Ho Chi Minh ve Vietnam Komünist Partisi önderliğinde eski tabirle Düvel-i Muazzama’yı yani “büyük (emperyalist) güç” ABD’yi tarumar etti. ABD’nin hegemonya krizinin tarihsel kökleri Vietnam Savaşı yenilgisine dayanır. Vietnam Savaşı ihtilalciliğin ve devrimci savaşın bir sanat olduğunu gösteren olağanüstü bir devrimci pratiktir. Bugünlerde unutulan bu deneyim aslında ruhumuzu da kaybettiğimizi göstermektedir. Benim siyasi kimliğimin oluşmasında Vietnam Savaşı’nın ve Ho Amca’nın o sıcak gülüşünün muazzam bir etkisi olmuştur. Size Vietnam Devrimi’nin her momenti detayıyla anlatabilirim. Ve büyük bir heyecanla.

 Bunun yanısıra Çin Kültür Devrimi’nin muhteşem bir etkisi olmuştur. Çin Kültür Devrimi yeni İnsan yaratmayı hedefleyen, kapitalist restorasyona yanıt üretmeye çalışan, büyük bir cüretle karargahları bombalayın sloganıyla bürokrasinin kaynağı olarak partiyi hedef alan muazzam sarsıcı bir pratiktir. Hatta ikinci devrimdir. Etkileri küresel düzeyde de sarsıcı olmuştur. Özellikle Batı entelijansiyasında büyük sempati yaratmıştır. Kültür Devrimi S. Zizek’in üzerinde hararetle durduğu sadece bir üst yapı sorunu değildir. Ne de bir Maoist felsefeci olan Badiou’nun alt çizdiği sadece bir kitle hareketi değildir. Bu iki tanım kendi içinde doğrudur ama eksik bir izahtır. İki yazarda deneyimin bağlamları yanlış kurmuş ve sadece bir yönelime vurgu yapmışlardır. Kültür Devrimi hem müthiş bir kitle hareketidir, kitle mobilizasyonudur hem de bir üst yapı sorununa yanıt arama çabasıdır. Üst yapı hareketidir. Onun muazzamlığı buradan gelir. Aslında benzer bir gelişmeyi Rus Avangard hareketinde (1918-1921 yılları arasında) görürüz. Fazla bilinmeyen bu deneyim de sarsıcı olmuş, benzer arayışlar ve saiklerle hareket edilmiştir (konu üzerine son derece kapsamlı bir makale çalışması yaptım. Makale önümüzdeki aylarda Marksizm ve Avangardizm adlı kolektif bir kitap çalışmasında çıkacak).

Başta Kültür Devrimi olmak üzere 1968’in küresel isyan dinamikleri ve Türkiye özgülündeki biçimlenişi İbrahim’in siyasal kimliğinin inşasının yapı taşlarıdır. Tabiki aynı etkenler diğer devrimci önderler Mahir Çayan ve Hüseyin İnan içinde geçerlidir. Dönemin bütün devrimci kadroları da bu süreçlerden etkilenmişlerdir.

Burada İbrahim’i yukarı da belirttiğimiz vurguların dışında özelde şöyle değerlendirebiliriz. Çin Devrimi iyi kavraması ve Kültür Devrimi’nin yaşayan tanığı olması, Çin Devrimi’nin diyalektiğini çözmesini ve bunun Kültür Devrimi’yle bağını yetkin bir şekilde kurmasını koşullamıştır. Bu olgu ona komünist bir ufuk kazandırır. Ve şu anlama gelir: İbrahim, yaşayan diyalektikle Türkiye devriminin cebirini çözer ve devrimin güncelliğini arar ya da aynı anlama gelmek üzere devrimin imkanını arar. İbrahim’in bu arayışıyla TC’nin iki ana kolonuna ulaşır. Ve Türkiye devrimci hareketine egemen olan söylemin dışında, hiçbir backgroundu olmadan ve ezber bozarak Ulusal Sorun ve Kemalizm analizinde yüksek bir performans gösterir. Aslında bu yüksek performans işçi sınıfın tarihsel rolünü açığa çıkaran faktörler olacaktır. Çünkü Kemalizm’den kopmayan ve hesaplaşmayan, aynı zamanda ulusal sorunu Marksist bir şekilde analiz etmeyen bir solun bırakın devrimci olmasını demokrat kalması bile olanaksızdır.

Aslında İbrahim bu analizleriyle evrensel devrimci sınıf olan proletaryanın tarihsel rolünü vurgu yapar. Partinin adının da Komünist olarak belirlenmesi bir tesadüf değil, bu perspektifin sonucudur. Bu çözümlemeleri, politik duruşu ve pratiğiyle İbrahim’i devrimci komünist önder olarak biricik kılacaktır. Kişisel olarak Kültür Devrimi’nin İbrahim üzerinde eleştirel ve analitik düşünme ve kendini hızla aşma konusunda muazzam etkisi olduğunu düşünüyorum. Kültür Devrimi’nin bir arayış ve devrimci cüret anlamında İbrahim’i şekillendirdiğini yıkıcı teorik çözümlemeler yapmasına zemin hazırladığı kanaatindeyim. Dönemde Kemalizmle Solun bir düzeyde özdeş tutulduğu, devrimci solda da ideolojik etkisi süren Kemalizm’i bir karşı devrimci hareket olarak analiz etmek İbrahim’in üstün performanslarından sadece birisidir. Bu ve benzer analizler ve çıkarsamalar yüksek bir teorik sezgi gücü gerektiren son derece erken ve sarsıcı teorik açılımlardır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına gireceğimiz bu günlerde “Demokratik Cumhuriyet” güzellemeleri ve “ulusalcı-cumhuriyetçi” medeniyet paradigmaları ve resmî ideoloji konularını Kaypakkaya’nın fikirleri üzerinden nasıl değerlendirebiliriz.

Volkan Yaraşır: Post- Marksizm’in devrimci hareket üzerinde ciddi bir ideolojik nüfuzunun olduğunu düşünüyorum. Bunun iki nedeni var: Birincisi sizin sınıflar mücadelesi içinde stratejik duruşunuz, sınıfla ontolojik bir ilişkiniz yoksa, ontolojinizi sınıfın içinde kurmadıysanız isteseniz ya da istemeseniz de konfor alanlarında hareket edersiniz. İkincisi, Marksizmin vülger okunuşu bir yandan sizi sınıflar mücadelesi dışında tutarken, diğer yandan ideolojik savruluşunuz kaçınılmazdır. Ben post- Marksizmi post- Modernizm’in “şık” bir ifadesi, formu olarak düşünüyorum. Bugün seçim sürecinde olduğu gibi solun sınıflar mücadelesinin her momentinde tökezlemesi ve savrulması bu manada kaçınılmazdır. Aslında hepimizin şahit olduğu, ihtilalci ruhun ve karşı duruşun hızla kaybolduğu bir likidasyon süreci içindeyiz. Hatta tarihimizin en şiddetli çözülüş süreci olarakta dönemi okuyabiliriz. Bana göre seçim süreci solun kalibrasyonunu bir kez daha ortaya koydu.

“Yeni” devletin belirlediği sınırlarda ve açtığı alanlarda, belirlenmiş tarzda politika yapmayı sol büyük istekle ve sınırları aşmamaya son derece dikkat ederek gerçekleştiriyor. Parlamentonun öldüren cazibesi solun zihin ve ruh dünyasını sarmış durumda. Sol radikal reformizmin bile geresinde. Bir taktik olgu ya da Kıvılcımlı’nın ifadesiyle legalitenin istismar alanı bir varoluş biçimi, üstün performans alanı gibi sunuluyor. Herkes oyunun parçası olmaktan çok memnun. Ya da tam tersi bir tavırla dogmatik bir tutum sergilemek, mezhep ya da sekt gibi davranmak politika yapma biçimi oluyor. Aslında finans kapitalle sistem ilişkisine dokunmadığınız noktada, ihtilalciliği maddi bir güç haline getirme çabası içinde olmadığınızda sistem size her koşulda toleranslı olabiliyor ve konfor alanları açıyor, kendinizi manalı hissetmenizi sağlıyor, bu alanlarda sizde tırnak içinde politika yaparak ya da “kafa tutarak” bir devrimci çalışmanın içinde olduğunuz yanılsamasına kapılıyorsunuz. J. Baudrillard’ın belirttiği gibi simülasyonun gücü simülasyonun olmadığına inanmaktan geliyor. Ama bu söylediklerim süreci yanlış okuma, bir yanılsama değil gerçek bir tercihtir. Gerçek bir politik konformizm. Ve arkasında ciddi ideolojik ve felsefi deformasyon var. Post- Marksizm metropollerin dışında, periferide biçim alışı da böyle oluyor galiba..! (Bu konuyu ve yeni devleti İsyan ve Umut adlı bir dönem analizi olan geniş kapsamlı bir makalede ele aldım. İlgili arkadaşlar internette bulabilir).

Post- Marksizm devrimci özneyi yok sayarak ya da müphem ve muğlaklaştırarak ( işçi sınıfının devrimci özne olmadığını ileri sürmek, işçi sınıfının dışında da devrimci öznelerin bulunduğunu ya da işçi sınıfının etki alanının daraldığını ifade etmek, kapitalizmin bu aşamasında ya da ekolojik kriz koşullarında kapitalizmle hesaplaşan farklı devrimci özneler ortaya çıktığını ileri sürmek, bağlantılı olarak çoklu özne ya da çokluk gibi tanımlamalar yapanların dışında, öznesiz bir süreç vurguları yapanlarda bulunuyor. Bu benzeri vurgular solun bügün temel argümantasyonlarını oluşturmaya başladı) ve devrimci örgütün gereksizliğini savunmasıyla dikkat çeker. Ayrıca sınıf mücadelesine ve sınıfsal antagonizmanın gereği sınıf siyaseti yürütmek post- Marksizm açısından sekter ve dogmatik bir yaklaşımdır. Post Marksistler için sınıfsal antagonizma değil, rakipler ya da hasımlar arasındaki karşılıklı ilişki anlamına gelen agonizma önemlidir. Yani çatışma yerini konsensusa bırakmıştır. Ayrıca Marksizm en önemli özelliği ve en güçlü yanı olan bütünlükçü bakış post- Marksistler için arkaik bir yaklaşımdır. Bu bağlamda tarih ve bugün bilinemez, daha doğru ifadeyle tarih yoktur ya da en fazla spekülasyondur. Tarihi ve geleceği anlamak mümkün değildir. Post-Marksizm özünde praksisin yıkımıdır ve değiştirme eyleminin reddidir. Ve bunu Marksizm içinden yapma çabasıdır. Ama ruhu alınmış, retorik ve jargona indirgenmiş, devrimci özü boşaltılmış bir Marksizm’dir sözü edilen. Post- Marksizm bir yanıyla modern agnostisizm, diğer yanıyla modern skolastiktir. Ve sınırı “radikal” reformizmi aşamaz.

Sınıflar mücadelesinin ritmini kaybetmiş, dışına düşmüş, yukarıda belirtiğimiz anaforun içindeki Türkiye devrimci hareketinin kaçınılmaz olarak egemen siyaset tarzına tabi olması ve ideolojik- teorik yıkıma uğraması kaçınılmazdır. Radikal demokrasi arayışları, demokrasinin radikalleşmesi ifadeleri boşuna sarf edilmiyor. Ve egemen siyaset tarzına uygun söylemler, gelecek tasavvuru kaçınılmaz bir şekilde ileri sürülüyor. Demokratik Cumhuriyet tartışması önünüze koyduğunuz programa bağlı olarak, burjuva lejitimasyonun dışında tutarsak literatürde bir yeri var. Savunanlar buna bağlı bir sistematik geliştirebilirler. Ama burjuva lejitimasyon içinden bir izah, ciddi problemlidir. Küçük burjuva sosyalizmden öte bir manası olamaz. Bir tanımlama yapmamız gerekirse cumhuriyet vurgusu, şeklen rejimin cumhuriyet olması o rejime demokratik bir muhteva kazandırmaz ve tek başına bir şey ifade etmez. Özünde bahsedilen burjuva diktatörlüğüdür. TC’nin yüzyıllık pratiği ve tarihi bunun en iyi izahıdır. Siz sorunuzda buradan tanımlanan “demokratik cumhuriyet” ve “ulusalcı cumhuriyet” tanımı üzerinden yaptınız zannedersem. Ve bu argümanların TC’nin yeni yüzyılında bir medeniyet paradigması gibi sunulması üzerinden sorunuzu sordunuz.

Bu noktada İbrahim’in sistematiği çok net ve ayrıştırıcıdır. İbrahim her ne kadar Çin Devrimi modeliyle hareket etmesinden kaynaklanan nedenlerden dolayı orta burjuvaziye olumlu imalarda bulunsa da burjuvaziden hem ideolojik- teorik, hem de politik- pratik olarak net bir kopuşun adıdır. Hiçbir koşulda bu tavrı değişmemiştir. Bu tutumunda hiçbir esnekliği yoktur ve olmamıştır. İbrahim, dönemin çizgileriyle kıyaslanamaz bile. O bir devrimci komünist olarak antagonizmada net bir taraftır. İbrahim hayatı boyunca G. Flaubert’in sözünü biraz değiştirirsek “burjuvaziden nefret etmek erdemdir” anlayışıyla hareket eder. Onun burjuvaziye yaklaşımını Kemalizm analizinde çıplak bir biçimde görebiliriz. Ermeni sorununa bakışı da bu perspektifin ürünüdür. Müthiş bir teorik sezgiyle hareket eder ve gerçek bir teorik arkeoloji yapar. Yaptıklarının birçoğu ilktir ve ezber bozucudur (her ne kadar Kıvılcımlı, Yol Serisi’nde İhtiyat Kuvvet Milliyet: Şark bölümünde Ermeni Sorununu son derece iyi incelemesine ve ekonomi-politiğini ortaya koymasına rağmen, aynı şekilde Ulusal Sorunu ilişkin önemli ve ilk olarak çözümlemeleri yapmasına karşın- ayrıca fikirleri 1960’lara doğru değişse de Kemalizme ilişkinde bu eserinde önemli vurgular vardır- bu eserlerini yaşarken basmaz, analizlerini kendinde saklı tutar. Çalışma Kıvılcımlı’nın ölümünden bir müddet sonra, yazıldıktan 45 yıl sonra basılmıştır. Kıvılcımlı ve konunun detayları için Kıvılcımlı, Tarih Tezi ve Marksizm başlıklı çalışmama bakılabilir). İbrahim’in önünde araştırdığı konulara ilişkin hemen hemen hiçbir materyal yoktur hatta politik amnezi koşullarında bu analizler yapılır.

Toparlayacak olursak Kaypakkaya gerçek manada paradigmanın iflasını yazan, bunu yıkıcı bir pratikle hayata geçirendir. Kısaca İbrahim, paradigmanın iflasının teori ve pratiğini yapar. İbrahim yüksek bir performansla Marksizm doğuş koşullarından (bir leke olarak) kaynaklanan, II. Enternasyonalin başat çizgisi olan ve Sovyet Marksizmi tarafından sürdürülen ilerlemeci ve pozitivist çizgiye de çok net bir tavır alıştır. Bu ilerlemeci, ekonomist ve pozitivist çizgi III. Enternasyonalin politikalarına da sızar. Daha sonra hakim çizgi haline gelir. III. Enternasyonalin Kemalizmi analiz ettiği dönemde Lenin’in hala yaşadığının ve Lenin’de enternasyonale benzer analizler yaptığının altını çizmekte yarar var.

İbrahim’in Kemalizm’e bakışı ve analizi, başta III. Enternasyonal olmak üzere hem TKP hem THKO ve THKP-C açısından Kemalizm’e farklı biçimlerde bir modernleşme projesi ya da adımı olarak ele alınmasına, anti- emperyalist bir içerik verilmesine, burjuvaziye veya farklı kliklerine yüklenen ilericilik, devrimcilik vasıfları karşı muazzam bir açılımdır. Son derece önemli ve ayrıştırıcı teorik bir hamledir. Aynı zamanda pozitivizme ve ilerlemeciliğe karşı açık bir saldırıdır. Kemalizm’in bir karşı devrim olarak değerlendirilmesi yıkıcı teorinin gücünü ortaya koyar. Bu analizin yarım asır önce yapılması daha kıymetlidir. Dayandığı Marksist yöntemin gücünü gösterir. Ve gerçekten yaşayan Marksizm’in bir dışavurumudur. İbrahim için burjuva medeniyet çürümüştür ancak yıkılır ve yıkılarak kurtulunur. İbrahim için resmî ideoloji Kemalizm de somutlanır. Kemalizm bu manada bir devlet aklı, ruhu ve pratiğidir, aynı zamanda sömürgeci bir zihniyet ve ideolojidir. İbrahim bu yaklaşımıyla ulusal sorunun taşıdığı devrimci enerjiyi görür, devrimin imkânı için taşıdığı potansiyelin farkındadır. Enternasyonalist bir perspektifle ve üstün bir Marksist analizle sorunu inceler. Net ve ayrıştırıcı açılımlarda bulunur. Ulusal hareketin tarihini ve isyan pratiklerini aynı perspektifle çözümler. Bu açılımlarıyla da ezber bozar. Yani İbrahim bir anlamda sınıfsal antagonizmada uzlaşmazlığın adıdır, bu yön Bolşeviklerin ayırt edici özelliğidir, diğer anlamda teorinin gücünü ortaya koyar ve bu yıkıcı teoriyi, yıkıcı bir pratikle rezonansa sokar…

21 yıllık AKP iktidarı dönemindeki Ilımlı İslam ve yeni Osmanlıcılık fikri dolayısıyla Kemalizm yeniden “bir kurtuluş reçetesi” olarak halkın gündemine sokulmuş durumda. Kemalizm’in günümüzde ki durumunu Kaypakkaya’nın tespitleri doğrultusunda değerlendirir misiniz?

Volkan Yaraşır: Son 21 yıllık siyasal İslam’ın iktidarı, Foucault’un tabiriyle kurulan hakikat rejimi, izlenen radikal neo-liberal politikalar, devletin yeniden yapılanması, I. Cumhuriyetin bütün kuruluş saiklerinin tasfiyesi ve siyasal İslam’ın biyo-politik pratikleri yıkıcı sonuçlar yarattı. Siyasal İslam, iktidar yıllarında ve iktidar olmanın bütün avantajlarını agresif olarak kullanmasına rağmen nüfusun yarısı istikrarlı bir şekilde karşısında, blok olarak durdu. Bu tehdide karşı kitlelerin kolektif bir refleksiydi. AKP iktidarı en güçlü olduğu dönemde bile bu bloku çözemedi. Yeni süreçte ise hegemonyası hızla aşınıyor ve (hala hazırda alt sınıfların yine de büyük desteğini alsa da) giderek çözülen ve etkisizleşen bir siyasi özneye dönüşüyor. İktidar olmanın kudreti ve lider kültü partiyi şimdilik ayakta tutuyor. Türkiye’de bir döneme damgasını vuran ANAP’ın ve Doğru Yol’un çözülüşü söylediklerimizi güçlendiren tipik örneklerdir. Böylesi yıkıcı ve alt üst oluş süreçleri multi kriz dönemleridir. Türkiye birbirini etkileyen ve tetikleyen bir kriz sarmalı içinde. Ekonomik krizin yanında devlet ve rejim krizi, siyasal ve toplumsal kriz içiçe yaşanıyor. Devrimci olanakları artıran bu koşullarda devrimci öznenin varlığı ve kitlelerin örgütlülüğü yaşamsaldır. Sosyalizmin ideolojik hegemonyasının inşası bir gelecek tasavvurunu beraberinde getirir. Bunun olmadığı şartlarda negatif diyalektik işler. Adorno’nun ifadesini sınırlarsak karşıtlıkların sonuna kadar kendini koruma hali sürer.

En başta siyasal İslamın ideolojik ve siyasi bir hareket olduğunu unutmamamız gerekiyor. Ve kurdukları hakikat rejimini hafife almamak lazım. W. Reich Nazizm’i analiz ederken kitlelerin hiçte kandırılmış olmadığını, kitlelerin faşizmi arzuladığı vurgular. Bu arzu vurgusu önemlidir. Bunun üzerinde çalışmak gerekir. Ayrıca “dün azarlanıyorduk, biz şimdi doktorları dövebiliyoruz” diyen “küçük insanı” yine Reich faşizmin kitle ruhunu analiz ederken inceler ve o “küçük adamın” nasıl faşist bir kimliğe büründüğü Dinle Küçük Adam’da anlatır. W. Reich’ın metodolojik problemlerini, soyut insana dayanan açılımlarını, faşizm üzerine tek nedenli ve oldukça spekülatif izahlarını bir tarafa bırakarak konuşuyorum. Reich çok erken bir dönemde yanılmıyorsam 1930- 1933 yılları arasında Faşizmin Kitle Ruhunu kaleme alır. Hitler iktidarının daha kuruluş yılları yani… Reich’ın odaklandığı konular önemlidir ve hala aktüeldir. Bizimde üzerinde düşünmemiz gereken noktalardır. Yine E. Canetti faşizmin iktidara gelişi üzerine 30 yıl çalışır ve o muhteşem kitabını Kitle ve İktidar’ı yazar. Canetti çalışmasında kitle ve iktidarın nasıl birbirini etkilediğini, şekillendirdiğini, birbirini beslediğini ve bir tarafta haz diğer tarafta güç olarak “varoluşları” üzerinde durur. Bağlantılı olarak emir, itaat ve saldırganlık döngüsünü açıklar.

Canetti kitle sosyolojisinin bir nevi arkeolojisini yapar. Kitle ve iktidar arasındaki birbirini besleyen ve güç katan dinamikleri açığa çıkarır. Türkiye solu ne yazık ki bu konular üzerine ve Siyasal İslam’ın hegemonyasını inşa ediş sürecine ilişkin çok kafa yormadı. Sadece politik analizlerle yetindi. Kişi olarak ben hegemonya inşasına, kitle ve iktidar ilişkisi ve faşizm konusuna özel ilgim nedeniyle birazda erken vurgular yaptım. Daha AKP’nin iktidara geldiği ilk aylarda bir arkadaşımla birlikte içinde bu konularla ilgili makalelerimizi derlediğimiz AKP ve Siyasal İslam adlı kitabı çıkardık. Ayrıca 2000’lerin ortalarında yazdığım Hayırsever Kapitalizm adlı kapsamlı makalede bu konuların analizini yapmaktadır. Yani şunu demek istiyorum içinden geçtiğiniz olağanüstü süreci ve dinamikleri analiz etmezseniz, dönemin ruhunu ve arayışlarını yakalamanız olanaklı değildir. Ayrıca bütün bu süreci hızla kesecek sınıf içinde kökleşmiş, istikrarlı ve militan çalışmanız olmazsa tabi ki egemen bir başta kliğin söylemi, ideolojik yönelimi ve referansları belirleyici ve esas olacaktır. Bugün AKP karşıtı kitleler yeni Osmanlıcılığa ya da siyasal İslam’ın “hakikat rejimine” karşı kurtuluş reçetesi olarak seküler ve modern “hakikat rejimine” uygun olarak “neo- Kemalizm’e” sarılıyorlar. Bu durumun temel müsebbibi biziz. Sosyalizmin ideolojik hegemonyasının kuramaması ve bu topraklarda başka bir gelecek tasavvurunun yaratılamamasıdır.

Burada İbrahim Kaypakkaya’nın teorik analizlerinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görüyoruz. İbrahim’in Kemalizm analizi özünde tek bir şeye dayanıyor; burjuva ideolojisinden devrimci marksist hareketin net bir kopuşu… Ancak bu kopuşu sağlarsanız sınıfla stratejik bağ kurup, ontolojinizi sınıf içinde inşa edebilirsiniz. Bu Leninist yoldur. Karşı hegemonyayı her düzeyde kurma pratiğidir. Ve sizi sistem dışı kılan ve yıkıcı enerjiyi yaratmayı sağlayan bir perspektif verir.

Onun dışında bugün solun çok geniş bir kesiminin oturduğu eksen olan orta sınıf solculuğun ya da milliyetçiliğin içinde politika yaparsınız. Bu bir yandan açık ve örtük sosyal şovenizm olarak kendini gösterirken, öte yandan kitlelerden kopma, dar sekt ya da mezhebi bir yapıya dönüşme ve bundan memnun olma halini yaratır. Seçim süreci bunun birçok örneğini verdi. Ve ilginçtir kendinizden memnun ve bir şeyler yaptığınızı zannedersiniz. Burjuva lejitimasyon içinde kalarak düzene yedeklenirsiniz ve sistem yine bugün yaptığı gibi size her düzeyde konfor alanı açar. Kısaca bütün söylemlerinize ve adınızın komünist, sosyalist olmasına karşın en fazla burjuva sosyalizmden, küçük burjuva sosyalizmden öte gidemezsiniz. Kısacası İbrahim, gerçek manada burjuva ideolojisinden ve ufkundan militan manada net bir kopuşun adıdır. O komünist ufku işaret eder, pratik ve teorisiyle gösterir. O bir başka alemin ancak ihtilalci bir teori ve ihtilalci bir pratikle gerçekleşebileceğinin adıdır.

Dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak 68 kuşağı ve özelde İbrahim Kaypakkaya bize hala neyi öğütlüyor?

Volkan Yaraşır: Olağanüstü bir momentumun içindeyiz. Bu süreci belirleyen en temel olgu kapitalizmin yapısal krizi ya da başka bir ifadeyle genelleşmiş, tarihsel krizidir. Multi kriz şeklinde gelişen küresel kriz olağanüstü bir dönemin kapılarını araladı. Özellikle yeni nesil kriz olarak ortaya çıkan ekolojik kriz ve sağlık krizi kapitalist sistemin varoluşsal bir kriz içine girdiğini gösteriyor. Her yapısal/sistemik kriz ekonomik krizin yanında siyasal ve toplumsal krizi tetiklediği gibi emperyal özneler arası hegemonya krizini açığa çıkarır, aynı zamanda bir uygarlık krizi olarak biçimlenir. 2008 sonrası süreç bu multi kriz zeminleri üzerinden şekillendi. Farklı modellemelere göre her modellemenin eksik olduğunu bilerek söylüyorum, böylesi kriz dalgaları ya da kapitalist çevrimler 40,50 yıllık periyodlarda yükseliş ve düşüş/alçalış seyrinde gelişir. Yine böylesi kriz dönemlerinde sınıfsal antagonizma şiddetlenir. 2008 sonrası küresel düzeyde 3 dalga halinde gelişen sınıf ve kitle hareketleri bunun göstergesidir. Dünya hakları başka bir dünya ve başka bir gelecek için dalgasal mobilizasyon içine girdi. Neo- liberal kapitalizme ve yükselen faşist dalgaya ya otoriter düzenlemelere karşı kolektif öfkeyle sokakları işgal etti, ediyor.

Bunun Türkiye’ye yansımaları da muazzam oldu. Gezi Ayaklanmasını özgün dinamiklerin yanında bu konjonktürün bir yansıması olarak ele alabiliriz. “Devrimin göz kırptığı” bu pratik muhteşem bir deneyimdir. Bir havza ve kent grevi olarak gelişen Metal Grevleri dalgası da son derece önemli pratiktir (Gezi Ayaklanması ve Kent Ayaklanmaları ve sınıfın yeni segmentini/fraksiyonunu aktüel olarak analiz eden kapsamlı iki makalem var. Ayrıca Metal Grevlerini, havza ve kent grevlerini analiz eden bir broşürü TÖP’ten arkadaşlar broşür olarak bastı. İlgili arkadaşlar internette bulabilir). Kadın özgürlük hareketinin, ekolojik hareketin, havyan özgürlük hareketinin, LGBTQ+İ hareketinin, inanç hareketlerin yükselişi, kararlı ve inatçı mücadelesi ve sınıfın hiç bitmeyen mücadele ve direnişleri önemlidir. Anti -kapitalist mücadelenin yeni dönemde şekillenişini ortaya koyuyorlar. Bu anti-kapitalist alanların işçi sınıfının sosyal anaforunda birleşmesiyle olağanüstü gelişmeler ortaya çıkabilir. Bu bileşke üzerine kafa yormak gerekiyor. Bu bileşkenin tarihsel ve stratejik ittifakı ulusal harekettir. Anti- kapitalist kopuş perspektifi ancak bu bileşke üzerinden kurulabilir.

Kürt özgürlük hareketi ister kabul edilsin, isterse kabul edilmesin artık bir Orta Doğu gücüdür ve çok vektörlü mücadeleyi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahiptir. Ve hareket ve dinamikleri Türkiye kapitalizminin küresel tedarik merkezlerinden biri olarak şekillenmesi ve bunun yarattığı hızlı ve sarsıcı ekonomik politikalara bağlı olarak hızla kadınlaşmakta, yoksullaşmakta ve proleterleşmektedir. Artık Kürt kentleri Anadolu’nun birçok kenti gibi yeni proleter kentler haline gelmektedir. İşsizlerinde proletaryanın organik bir birleşimi olduğu düşündüğümüzde Kürt illerinde proleterleşme hızı ortaya çıkar. Bu ulusal çelişkilerin yanında yine aynı topraklarda sınıfsal çelişkilerin daha barizleşmesi ve görünürleşmesini demektir. Yani yukarıda bahsettiğimiz bileşkenin kurulmasının yakıcılığı daha artmaktadır. Anadolu ve Mezopotamya topraklarında anti- kapitalist bir kopuşun yaratılması yeni dönemin bu dinamiklerinin görünmesi ve stratejik yönelimlerle ancak olanaklı hale gelebilir.

1971 devrimcileri bu manada cüretin adıdır. İhtilalci ruh ve kopuş ’71 Devrimcilerinin ontolojisini belirler. Bugünde aynı yoldan yürümek gerekiyor. İbrahim’i daha özel ele alırsak; yukarıda kısa bir çerçeve olarak ortaya koyduğum dinamikleri en iyi İbrahim’in değerlendirmeleri üzerinden anlayabiliriz. En başta sınıfsal antagonizmanın net bir tarafı olmayı, sınıf içinde bir devrimci özne olarak konumlanmayı ve ulusal hareketin Marksist analizini hatta özgün yönelimlerini ve ruhunu anlamayı, stratejik ve tarihsel ittifak olarak Anadolu ve Mezopotamya topraklarında taşıdığı devrimci potansiyelle rezonans kurmayı ve yeni süreçte yani Kürt topraklarında ulusal çelişkinin yanında sınıfsal çelişkilerin barizleşmesine bağlı olarak devrimci-komünist bir perspektifi biz ancak İbrahim bakarak yakalayabiliriz. Bu çerçeve de İbrahim’in düşüncesi aktüeldir ve çok manalı bir birikimdir. Aynı şekilde egemen ideolojiden ve onun çeşitli varyantlarından militan kopuşu da İbrahim’de görebiliriz. Farklı anti kapitalist alanlarda biriken devrimci enerjinin içinde olmak ve onun parçasına dönüşmenin fikriyatı ve pratiği İbrahim’de mevcuttur. İbrahim; Trakya köylüsünün toprak işgalinde olmanın, dönemin hemen hemen her işçi direnişi ve grevin içinde yer almanın, öğrenci gençliğin liderliğini yapmanın, köy çalışmaları yürütmenin ve Kürt topraklarından başlayarak kır-kent diyalektiğini örmenin, kısacası bu çok yönlü ve birbirini içeren ve tamamlayan devrimci pratiğin vücutlaşmış halidir. Ve bize yol göstermekte ve nasıl bir duruş içinde olmamız gerektiğinin yaşamıyla örneklemektedir.

Son soru olarak şunu sormak istiyorum: Bugün, sizce aktüel sınıf mücadelesi açısından İbrahim’in düşüncesi ve pratiği en somut nasıl özetlenebilir?

Volkan Yaraşır: Bunu birkaç örnekle anlatmak çok daha manalı olacaktır. Bildiğiniz gibi İrlanda Paskalya Ayaklanması (1916) 20. Yüzyılın Ekim Devrimi öncesi en önemli ayaklanmasıdır. İrlandalı şair William Butler Yeats’in dizesinde belirttiği gibi ayaklanma yüzyılların birikimiyle sömürgeciliğe karşı “korkunç güzellik”teki bir patlamadır. Ayaklanma ulusal sorunla, sosyalizm mücadelenin iç içe geçişinin muhteşem bir diyalektiğini ifade eder ve tarihsel bir örnek oluşturur. Ayaklanmanın önderi James Connolly’dir. Connoly ve asiler (İrlanda Yurttaş Ordusu) yenileceklerini bilerek ayaklanırlar. Evet yenileceklerini bilerek ayaklanırlar. Bu konuda Lenin’in eleştirilerine rağmen, yani iyi organize edilmemesine ilişkin vurgulamalarına karşın ben bu süreci farklı okuyorum. Ayaklanma sonucu Connolly ve asilerin büyük bir kısmı katledilir. Ayaklanma anında Connolly’in şu sözleri tarihsel bir manifesto ve devrimci komünist ruhun ve perspektifin net bir ifadesidir. Connolly objektif olarak durumlarının farkındadır ve kendine soru soran yoldaşlarına “kazanma şansımız yok” der. Ama ekler: “ASLOLAN MÜCADELE ZİNCİRİNİ KOPARTMAMAKTIR”

Çünkü Connolly ve Paskalya Ayaklanması sömürgeciliğe karşı İrlanda halkının 400 yıllık mücadelenin aktüel biçim alışıdır. Ve asıl sorun gerçekten mücadele zincirini koparmamaktır. (İrlanda sorunu ve sınıf ve ulusal mücadele tarihini çok kapsamlı bir şekilde Uluslararası İşçi Hareketleri adlı kitap çalışmasında ele aldım. İlgili arkadaşlar kitaba bakabilir)

Aslında Paris Komünü deneyimini de benzer perspektifle ele alabiliriz. Yenilgi üzerine çok vurgu yapılır. Ben bu yenilgiyi de farklı okuyorum. Ya da farklı okuma taraftarıyım. Bana göre Komünarlarda yenilecekleri bilir ve sonuna kadar direnirler. Özellikle Komüne ruh verecek kadın Komünarlar. Çünkü Komünarlarda aslolanın mücadele zincirini koparmamak olduğunu bilirler ve ona göre davranırlar. Tarih onları da haklı çıkarır.

Benzer bir örnek İspanya İç Savaşı’nda (1936/39) yaşanır. İspanyol anarşistleri, devrimcileri yenileceklerini bilerek muazzam bir karşı deneyim ve direniş savaşı gerçekleştirirler. Yenilirler ama iyi yenilirler. Bizlere ve tarihimize İrlanda’da, Komünde olduğu gibi muazzam bir deneyim, ruh, insanlığın erdem ve yoldaşlık ruhunu ve kavganın ve asiliğin muhteşemliğini ve olağanüstü değerler yığını bırakırlar. Kısaca geleceğin fethinin mayası olurlar. Ve gerçekten aslolan mücadele zincirini koparmamaktır.

Sartre’ın Che için “çağımızın eksiksiz insanı” tanımlaması yapmasının sırrını buralarda aramak lazım.

Bence İbrahim Kaypakkaya’nın onu ikonlaştırmadan, metafizik bir figüre indirgemeden bir devrimci komünist önder olduğunu bilerek bize bıraktığı şeyin, özelikle bugünkü aktüel sınıf mücadelesi açısından düşüncesi ve pratiğinin özünün “Mücadele Zincirini Koparmamak” olduğunu söyleyebilirim. Bu miras olağanüstü kıymetlidir ve geleceği fethetmenin yolu ve manifestosudur. Bence İbrahim hayatının her alanında hatta ölüm karşısında bile bir devrimci militan olarak bizlere şu mesajı verdi: “Asla mücadele zincirini koparmayın”. Yani Connolly gibi, Komünarlar gibi, İspanyol devrimcileri gibi ve Che gibi…

Buna Türkiye devrimci hareketi olarak hiç layık olamadığımızı düşünüyorum. Bugüne kadar yaşanan likidasyon süreçlerinin, legalist ve çürüme hallerinin nedenlerini burada aramak gerekir. Çünkü bu zincir koparsa çürümenin bütün zeminlerinin önü açılır. Yani İbrahim bu mana da bir çizgi, bir eşik ve bir manifestodur…

Teşekkür ederim…


Gazete Patika – 18.05.2023

Tags: , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑