Makaleler

Published on Ocak 21st, 2023

0

İki yol, üç cephe bir de SGB | Toprak Akarsu


Bugünün Türkiye’sinde politik İslamcı faşist diktatörlüğe karşı mücadele açısından bakıldığında iki yol veya iki strateji var. İlki; “Millet İttifakı”nın uygulamakta olduğu parlamento ve seçimlerle sınırlanmış faşist rejimle uzlaşma yolu. İkincisi de fiili meşru kitle mücadelesini yükselterek ve bütün değişik mücadele biçimleriyle besleyip birleştirerek politik İslamcı faşist diktatörlüğü sosyalizme açılan halkçı demokratik devrimle yıkma ve politik özgürlüğü kazanma yolu. Sosyalist Güç Birliği’nin (SGB) tuttuğu yol bu iki stratejiden hangisinin alanına giriyor?

Başlıca politik güçlerin diziliş ve saflaşması bakımından ise üç cephe mevcut.

İlki; AKP, MHP, Ergenekoncular ve Vatan Partisi’nin oluşturduğu “Cumhur İttifakı” cephesi. Faşist cephe politik İslamcı faşist diktatörlüğü tahkim etmek için içeride faşist devlet terörü, dışarıda ise işgalci savaşlar stratejisini izliyor, içeride ve dışarıda amacına ulaşmak için her çeşit yöntemi kullanıyor. 

İkincisi; CHP, İYİP, SP, DP, DEVA, GP’nin oluşturduğu 6’lı masanın Millet İttifakı cephesidir. Mİ cephesi de faşist şeflik rejimiyle uzlaşarak seçimler ve parlamento aracılığı ile güçlendirilmiş anti demokratik parlamenter sistemi restore etmek istiyor.  

Üçüncü ise HDP-HDK ve diğer birleşik mücadele yapılarını kapsayan halkçı demokratik cephedir. Bu cephe şimdi Emek Özgürlük İttifakı (EÖİ) biçiminde görünüyor. Halkçı demokratik cephe politik İslamcı faşist diktatörlüğü yıkmak ve politik özgürlüğü kazanmak istiyor. Halklarımızın, işçi sınıfı ve emekçilerin, bütün ezilen toplumsal kesimlerin temel talepleriyle ilişkileniyor, sosyalizme açılan tutarlı demokratik halkçı bir programı gerçekleştirmek istiyor. 

Kendi başına bağımsız bir cephe oluşturma politik güç ve yeteneğinden yoksun SGB bu üç cepheden hangisinin manyetik alanındadır?

Bir öngörü ve bir vargı olarak baştan söyleyelim, sınıfsal siyasal güçlerin mevcut saflaşma tablosunda Sosyalist Güç Birliği (SGB) ne kendi başına ayrı “bir yol” ne de üç cepheden ayrı “bir cephe” oluşturuyor. SGB ne “üçüncü bir yol” (ki, üçüncü bir yol zaten mümkün değil!) ne de “dördüncü bir cephe”dir! SGB, sosyalist ve devrimci lafzından ayrı olarak stratejik tercihi bakımından olduğu gibi siyasal güçlerin güncel dizilişi bakımdan da “Milet İttifakı” cephesi ile Emek Özgürlük İttifakı cephesi arasına sıkışmış, Kürt ulusal özgürlük hareketi ve Emek ve Özgürlük İttifakı’na mesafeli durmayı ilke edinmiş, nesnel olarak Mİ cephesine esasen de CHP’ye yedeklenmeye teşne bir “güç birliği”dir. SGB şu anki varoluş eğilimiyle devrimci strateji tarafından yalıtılarak etkisizleştirilecek küçük burjuva reformist bir güç konumunda mevzilenmiştir.

Muhataplarımız, “Yolumuzun sosyalist olduğu adımızdan da belli, zaten bizler sosyalistiz”, üç cephenin hepsine, “alayına” karşı “bağımsız sosyalist” seçeneği oluşturduk, diye itiraz edebilir! Neden bu kadar beklediklerini, neden önce değil de seçim “sath-ı mailine” girdikten sonra bu “bağımsız sosyalist güç birliği” alternatifini oluşturabildiklerini, neden politik İslamcı faşist diktatörlüğe, sömürgeciliğe, erkek egemenliğine ve emperyalizme karşı cephe, “güç birliği” veya ittifak oluşturmaya yönelmediklerini filan sormayalım! Halkçı demokratik cephe ile ittifak imkanına bakar gibi yaptıkları politik atraksiyonlarını ve hatta tuhaf ayak oyunlarıyla olmadan ilan etmeye kalkıştıkları ve fakat fiyasko olduğu açığa çıkan TKP ve SOL Parti’nin EMEP ile  “bağımsız”, “ilkeli” cafcaflı ve gürültülü ittifak çalışmalarını da şimdilik geçebiliriz. Aslında güç birliğinin TKP (TKP  ve türevleri demek işin aslına daha uygun olabilir!) ile Sol Parti arasında gerçekleşen bir “güç birliği” olduğu da bir kenarda tutulabilir! Keza neden faşizme karşı politik özgürlük mücadelesinin kararlı ve “en büyük kitle” gücü Kürt ulusal demokratik hareketiyle bir araya gelmemek gibi tuhaf bir ilkelerinin olduğuna da aynı şimdilik kaydıyla girmeyelim. 

Hedef “politik İslamcı faşist diktatörlük” mü “politik İslamcı AKP” mi

Öncelikle ırkçı politik İslamcı faşist diktatörlüğü yıkmanın, politik özgürlüğü kazanmanın bu kadar yaşamsal ve yakıcı olduğu koşullarda kendini “komünist”, “sosyalist”, hatta “devrimci” gören boylu boyunca yasallığa batmış bir kaç parti ve örgütün “sosyalist” güç birliği oluşturmayı yaşamsal aciliyette görmeleri nasıl anlaşılabilir, bu yaklaşımın arkasındaki itici güç nedir, bunları aramak ve açığa çıkartmak gerekir. Okurun dikkatini güç birliğini oluşturan parti ve örgütlerin antifaşist niteliğine karşın mevcut diktatörlüğün “faşist” karakterini “idrak” edememeleri tuhaflığına çekmeliyiz. Açıklama metninin siyasi analizlerinde “faşizm” kavramının hiç geçmemesi bir tesadüf olarak görülemez. Açıklama metninde; “AKP, yirmi yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyetin kazanımlarını tek tek ortadan kaldırarak tam boy piyasacı ve işbirlikçi bir siyasal İslamcı rejimi kurdu”, “AKP’nin yarattığı bu felaketle bütünlüklü bir hesaplaşma”, “Yirmi yıldır AKP’ye ve onun temsil ettiği bu düzene karşı mücadele” gibi formüller kullanılıyor.

Geçerken işaret edelim ki, güç birliği metni “AKP’ye ve onun temsil ettiği bu düzene karşı” derken, AKP’nin tartışmasız temsil ettiği işbirlikçi kapitalist sosyo-ekonomik “düzen”den farklı olarak “politik İslamcı” siyasi “düzene” gönderme yapıyor, buradan hareketle de iktidarın “gerici” karakterini vurguluyor. AKP’nin politik İslamcı faşist bir parti olduğu gerçek fakat “politik İslamcı” olduğu kadar, hatta ondan da çok işbirlikçi kapitalist düzeni ve işbirlikçi tekelci burjuvaziyi dört başı mamur hem de tekelci kapitalizmin emperyalist küreselleşme evresinin gereklerine uygun tarzda temsil ettiği de bir o kadar sarihtir.  

AKP’nin 20 yıldır hükümet olduğu ve hala da iktidarın büyük ve belirleyici ortağı olduğu doğru, fakat “Millet İttifakı” tanımı metinde yer bulurken “güncel” AKP iktidarı olarak politik İslamcı faşist şeflik rejiminin dayandığı “Cumhur İttifakı”nın yer bulamaması dikkate değer bir “ayrıntı”! SGB’nin oluşturucularının “AKP iktidarının” dayandığı ittifaklardan bihaber oldukları düşünülemeyeceğine göre ortak metnin analizlerinde “AKP’nin yarattığı bu felaketle bütünlüklü bir hesaplaşma”dan bahsedilirken, faşist diktatörlüğün dayandığı politik İslamcı ırkçı faşist bloktan neden söz edilmez? Mevcut rejim bu ittifaktan ayrı, onsuz analiz edilemez ve tanımlanamaz! Politik İslamcı faşist şeflik rejimiyle mücadele, onu ayakta tutan, varoluşunu sağlayan, temel dayanağı ittifakları hedeflemeden yürütülemez! SGB ortak metinde bu gerçekliği sistematik olarak karartması tesadüf olabilir mi?

Faşizm kavramından kaçınmak, AKP’nin suç ortakları MHP, Ergenekoncular ve VP’yi hedef menzilinin dışına çıkartmak metnin temel siyasi kaygısı ve kastı bakımından tutarlı görünmektedir. Ortak metin “politik İslamcı faşist şeflik rejimi”yle değil de AKP politik İslamcılığıyla mücadeleyi temel sorun gördüğü için, “laiklik” ile görülecek hesabı olmadığını düşündüğü ırkçı faşist MHP’yi, Ergenekoncuları, VP’yi hedef menzilinin içerisine almıyor olmalı. Bu gerçeklik adı geçen ırkçı faşist yapıların “laiklik ilkesi” için mücadelenin muhtemel ittifak güçleri içerisinde mütalaa edildiğini ima ediyor. Tabi o arada İYİP’e hayırhah yaklaşım da Millet İttifakı’na meyilli politik duruş da çok daha anlaşılır oluyor. Politik İslamcı faşist diktatörlüğe karşı mücadele AKP politik İslamcılığı ile hesaplaşmaya indirgeniyor.

Ortak metnin 4. “ilkesi”, “…Tarikat ve cemaat kadrolaşmaları tasfiye edilmelidir. Eğitim birliği sağlanmalı, tarikat ve cemaat okulları ile yurtları kapatılmalıdır” diyor. Burada bir terslik yok, ileri sürülenler demokratik önlemlerdir. SGB kurucuları bu ilkeyi televizyonlarda “Bizden başka tarikatların kapatılmasını savunan yok” gibi sözlerle övünerek propaganda ediyor. Herhangi bir tarikatın camına taş attıkları görülmedi ya hadi neyse… Şimdi bizi ilgilendiren şu; neden ırkçı faşist örgütlenmelerin kapatılması, dağıtılması, devlet bürokrasisindeki ırkçı faşist kadrolaşmanın tasfiye edilmesi güncel olarak öne sürülmüyor, talep edilmiyor, savunulmuyor!? Örneğin sade bir şekilde “Politik İslamcı ve faşist kadrolar tasfiye edilsin” denilmiyor. Demek ki, politik İslamcı faşist diktatörlük gerçeği reddedilince ırkçı faşist örgütlenmeler ve onların devlette kadrolaşmaları da “sorun olmuyor”, öncelikli mücadele hedefleri içerisinde yer almıyor. Irkçı faşist örgütlenmelerin dağıtılması acil demokratik talepler ve önlemler içerisinde yer bulamıyor. MHP’nin devlette kazandığı ırkçı faşist kadrolaşma da günün sorunu olarak görülmüyor.

Ortak açıklamanın yanı sıra kuruluş ilanını izleyen günlerde temsilcilerinin televizyonlardaki propaganda konuşmaları ve tartışmaları; daha sonra  Cumhuriyetin 99. yıl dönümü nedeniyle yayınladıkları birbirine çok benzer kutlama mesajları, SGB’nin siyasi görüş açısı ve çabalarının merkezine AKP politik İslamcılığını koyduğunun, siyasal durum analiz ve siyasal güçlerin dizilimini bu eksene oturttuğunun en çarpıcı verileridir. “Padişahlık mı Cumhuriyet mi?”, keyfi politik kurgusu ve “Cumhuriyetin kazanımlarını savunmanın” en öncelikli görev tanımlanması SGB’nin varoluşunun birinci ve en belirleyici nedeni görünmektedir. Aynı politik yaklaşımı “gerici iktidardan ülkemizin kurtulması” ifadesinde de görüyoruz. Buradaki “gerici” tarihsel anlamdadır ki bu iktidarın burjuva ve faşist karakterini açıkça gizliyor, “Padişahlık mı; Cumhuriyet mi?” anakronik politik denklemine çıkıyor.

SGB’nin politik analizi iki işlem yapıyor: İşlemlerden biri, politik İslamcı faşist şeflik rejimini onu var eden ittifaklarından soyutluyor. Böylece MHP, Ergenekoncular, VP stratejinin hedef menzili dışına çıkartılıyor. Diğeri ise işlem içinde işlem! “Böylelikle aynı zamanda” “politik İslamcılık”la mücadele, “politik İslamcı faşist şeflik rejimi”yle mücadeleden soyutlanıyor ve sonuçta politik İslamcı AKP ile mücadele stratejisine ulaşılıyor. Siyasal mücadele gerçekliğinde bir iktidara karşı mücadele onun dayandığı ittifaklara karşı mücadeleden ayrılamaz, soyutlanamaz ve kopartılamaz! SGB ittifakı imkansız olanı siyasi gerçekleri hiçe sayan öznelcilikle gerçekleştiriyor!

AKP politik İslamcılığıyla mücadeleyi siyasal stratejinin merkezine koyan yaklaşım, “politik İslamcı faşist şeflik rejimiyle mücadeleye” karartma uyguluyor, “faşizm” gerçeğini önemsemeyen ve hatta örten bir yaklaşım imal ediyor. Bu yönelim halk düşmanı burjuva Cumhuriyetin ateşli savunucusu burjuvaziyle yakınlığın, sınıf işbirliği ve sosyal şovenizmin olduğu kadar yasallık, parlamento ve seçimlerin stratejinin asıl araçları haline getirilmesinin de temel bir itici gücü olmaktadır.

Millet İttifakı ve Sosyalist Güç Birliği İttifakı

Yürürlükte rejimi doğru olarak “halk düşmanı” ilan eden ortak açıklama, “Millet İttifakı’nı “sağ ve sermaye yanlısı” tariflemekle yetiniyor:

Bu durum bugün ülkenin en temel sorunu haline gelmiş, AKP’nin yarattığı bu felaketle bütünlüklü bir hesaplaşma geniş emekçi halk kesimleri için adeta bir hayat memat meselesine dönüşmüştür.

Buna karşı Millet İttifakı’nın sağ ve sermaye yanlısı karakteri ile politikalarının da ülkemizin ve halkımızın gerçek sorunlarına çözüm olamayacağı açıktır.”

“Millet İttifakı”nın tarihi de oluşturucuları da ileri sürdükleri “güçlendirilmiş parlamenter sistem” gerici ve antidemokratik restorasyon programı da biliniyor. Gerçeği örtmeyin, AKP bu “felaketi” tek başına yaratmadı! MHP, Ergenekoncular ve VP ırkçı faşistlerinin yanı sıra ABD’den AB’ye, Rusya Federasyonu’na bilcümle emperyalistler bu “bu felaketin” suç ortaklarıdır. “Geniş emekçi halk kesimleri için adeta bir hayat memat meselesine dönüşen” bütünlüklü hesaplaşmanın hedefini AKP ile sınırlandırmak, “geniş emekçi halk kesimleri”ne gerçeği söylemekten imtina etmenin ötesinde çarpıtmaktır.

“Bu felaketi” yaratan faşist şeflik rejiminin kuruluşunda Millet İttifakı’nı oluşturan partiler ve liderlerinin rolü ne oldu? Daha eskiye gitmeye de gerek yok, faşist şeflik rejiminin kuruluşunda kesin bir eşik olan 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkarttığı, HDP oylarında ve halk vekillerinin temsiliyetinde somutlaşan halk iradesinin tasfiyesine CHP dahil hepsi katkı sunmadı mı? Saray cuntasının hazırladığı senaryonun figüranları ve aktörleri olmadılar mı? Hepsi faşist şeflik rejiminin kurucu terörünü desteklemedi mi? Kaldı ki, 6’lı masanın iki ayağı o süreçte AKP’nin içerisindeydi, bakandı, başbakandı. İYİP’in faşist lideri bir yandan MHP içerisinde iktidar mücadelesi verirken bir yandan da faşist şeflik rejiminin kurucu terörünü var gücüyle desteklemedi mi? Daha fazlasını sıralamak gerekmiyor, hepsi “bu felaketin” suç ortaklarıdır.

İşçi sınıfı ve emekçilerin, SGB’nin kavramını bile kullanmaktan imtina ettiği “ezilenlerin”, halklarımızın politik İslamcı faşist diktatörlüğe karşı mücadelesinin onu yıkacak halkçı demokratik bir çizgide ilerlemesinin, gelişmesi ve yükselmesinin önündeki en önemli engel nedir? “Geniş emekçi halk kesimleri”ne “Aman hareket etmeyin, aman sokağa çıkmayın, grev, gösteri yapmayın, kitlesel direnişe geçmeyin, geliştirmeyin, durun ve seçimleri bekleyin” diyen CHP ve ortakları değil mi? Doğru Mİ “sağ ve sermaye yanlısı karakter”de. Fakat yine de “halk düşmanı” olup olmadığını “geniş emekçi halk kesimleri”ne açıklamanız gerekir. SGB’nin ortak açıklaması Millet İttifakı’nın halk düşmanı olduğu gerçeğini, halk düşmanı karakterini söylemekten, sergilemekten imtina ederek gizliyor.  

Güç Birliği hakikaten sosyalist mi?

Herhalde bir “güç birliği” onu yapanların her biri kendini ve diğerlerini “sosyalist” görüyor diye sosyalist olmaz! Tıpkı adına “güç birliği” dediğiniz için ittifakın ittifak olmaktan çıkmayacağı gibi. Henüz bir icraatı olmadığı için güç birliğini, “güç birliği halinde” varoluşsal eylemleriyle analiz etme olanağı yoktur. O halde “birliğin” sosyalist amaçları, hedefleri var mı, birliğin programı, gerçekleşmesi öngörülen güç birliği “eyleminin muhtevasını” nasıl tanımlıyor, bunlara ve yanı sıra gerektiği ölçüde oluşturucularının varoluşsal pratiklerine bakılabilir! Ortak açıklama metninin  2. maddesinde kaydedilenler ilk anda okuyana “sosyalist bir izlenim” veriyor:

Bu gidişi tersine çevirmek, sömürünün ve işsizliğin ortadan kaldırılacağı, insanca bir yaşamın kurulacağı bir cumhuriyet için harekete geçiyoruz. Özelleştirmelere son verilmeli, peşkeş çekilmiş bütün kamu varlıkları ve sektörler kamulaştırılmalıdır. Eğitim, sağlık ve bakım hizmetleri başta olmak üzere tüm insani ihtiyaçlar kamu hizmeti olmalı, eşit ve ücretsiz sunulmalıdır. Emperyalist tekellerin topraklarımız üzerindeki yağmasına son verilmeli, ekonomi planlama ilkesine göre yeniden tasarlanmalıdır” talepleri kaydediliyor. Açıklama “sömürünün … ortadan kaldırılması” söyleminin yanı sıra “kamulaştırma” ve “planlama” kavramlarını da kullanarak “sosyalist” bir çağrışım yaratıyor, demokratik taleplere sosyalist boya işlevi görüyor. 

“Sömürünün … ortadan kaldırılacağı … bir cumhuriyet”, eğer buradaki “sömürü” kavramı ile kapitalist artı-değer sömürüsü kastediliyorsa (B. Ecevit Karaoğlanlık devrinde “sömürü”ye karşıydı ama çok geçmeden onun “sömürü” derken vergisiz kazancı kastettiği açığa çıkmıştı!), artı-değer sömürüsünü ancak üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla ortadan kaldırılabileceğini bunun da ancak burjuvazinin iktidarının yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması koşullarında gerçekleşebilir olduğunu vurgulayalım. Oysa ortak metinde bırakın proletarya diktatörlüğünü halkçı demokratik bir iktidar hedefi bile açıkça tanımlanmıyor. Ortak metninde sınıf kavramına, işçi sınıfı kavramına hadi onlar neyse “işçi” sözcüğüne bile rastlamıyoruz.

Çerçevesi her ne kadar “…peşkeş çekilmiş bütün kamu varlıkları ve sektörler kamulaştırılmalıdır” şeklinde sınırlı da olsa “kamulaştırma” sorunu üzerinde durulmalıdır. Burjuva devletlerin “kamu”/devlet yatırımları örgütledikleri ve 20. yüzyıla damgasını vuran sosyalizm deneyimlerinin etki ve baskısı altında “planlama” yaptıkları biliniyor. Özetle “kamulaştırma”/devlet mülkiyetine geçirmede “planlama”da kendi başına sosyalist olan hiçbir şey yoktur. Sayısız örnek gösteriyor ki, burjuva iktidarlar kamulaştırmayı da, planlamayı da, özelleştirmeleri de burjuva sınıfın çıkarlarına uygun, burjuva egemenliğini güçlendirecek araçlar olarak kullanıyorlar ve kullanmaktadırlar. İktidarın hangi sınıfta ya da sınıfların elinde olduğu, diğer bir anlatımla devletin sınıf karakteri  “kamulaştırma” ve “planlama”nın sınıfsal siyasal karakterini, yani “sosyalist mi burjuva-kapitalist mi” olduğunu belirler. Küçük burjuva sınıfsal düşünüş biçimsel benzerliğe bakarak her çeşit devlet mülkiyetini, devletçiliği, devletleştirmeyi sosyalizm olarak okur ve sunar. Küçük burjuva reformist sosyalistleri için de geçerlidir bu. Temelinde yatan küçük burjuva sınıflar üstü devlet anlayışıdır.

O halde ortak açıklama metni, yani birliğin “bildirgesi”/”programı”nın öngördüğü tedbirleri uygulayacak iktidarın siyasal sınıf niteliği sorununa geliyoruz. Açıklama metni işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarının, sınıf egemenliğinin yıkılmasını, burjuva devletin tasfiyesini öngörüyor mu? Hayır! Açıklama metni şunları kaydediyor:

“Yarınlarımızı sermaye çetelerinin, tarikatların, bir avuç haraminin ve emperyalizmin pençesinden gerçekten kurtararak emekçilerin laik, demokratik, bağımsız cumhuriyetini kurmanın yolu da buradan geçecektir.”  

“Laik, demokratik, bağımsız cumhuriyet” bu alışıldık CHP dili değil mi? Sermaye çeteleri, tarikatlar, bir avuç harami ve de emperyalizmin pençesi… Bunlar bir sınıfı, bir sınıfın egemenliğini, iktidarını tanımlamıyor veya bir iktidar ve temel ittifaklarını yansıtmıyor, burada egemen sınıf hedefe konmuyor! Hatta öyle ki egemen işbirlikçi tekeci burjuvaziyi sınıf olarak hedeflememek için özel olarak seçilmiş tanımlar izlenimi veriyor.

“Emekçilerin … cumhuriyeti” mevcut burjuva devlet gerçekliği zemininde asla gerçekleşemez. “Emekçilerin … cumhuriyeti” ancak ve yalnızca mevcut Cumhuriyeti var eden işbirlikçi tekelci burjuvazinin-sermaye oligarşisinin iktidarını, mevcut politik İslamcı faşist diktatörlüğü yıkarak kurulabilir! “Sorun” sermaye çeteleri (K. Kılıçdaroğlu da “beşli çeteye” yağıp gürlüyor!), tarikatlar, bir avuç harami, sosyo-ekonomik dayanaklarından soyutlanmış “emperyalizmin pençesi” filan değil bizzat sermaye sınıfının, işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğidir, onun faşist diktatörlüğüdür! Bırakın sosyalist önlemleri onun sınıf egemenliğine dokunmadan halk yararına tek bir temel reform, tek bir tutarlı demokratik önlem uygulanamaz! “Sömürünün ortadan kaldırıldığı…”, “Eğitim, sağlık ve bakım hizmetleri başta olmak üzere tüm insani ihtiyaçlar kamu hizmeti olmalı, eşit ve ücretsiz sunulmalı” ancak ve ancak sermaye egemenliğinin yıkılması ön koşuluyla, işçi sınıfı ve emekçilerin, halklarımızın sosyalizme açılan demokratik halk iktidarı koşullarında uygulanabilir. Halkçı demokratik bir iktidar, Halk Cumhuriyetleri Birliği de ancak mevcut faşist rejiminin devrimci yoldan yıkılmasıyla kurulabilir. Açıklamanın beş madde halinde ileriye sürüdüğü istemlerin tamamı demokratik taleplerdir. Bu taleplerden bazıları ise “tutarlı demokratik” nitelikte bile değildir. Özetle ortak açıklamada ileri sürülen görüş ve taleplerde “birliğin” sosyalist nitelikte olduğunu doğrulayan, gösteren dikkate değer hiçbir şey yoktur. 

“Bağımsız ve egemen bir Türkiye”

Ortak metin, “Bağımsız ve egemen bir Türkiye için emperyalizme karşı mücadelede kararlıyız” diyor. Muhataplarımızı üzecek ama Türkiye’nin bugün de “bağımsız ve egemen” olduğunun altını çizmek zorundayız! Türkiye’nin emperyalist küreselleşme evresinde emperyalizmin mali, ekonomik sömürgesi olması siyasi bakımdan “egemen” ve “bağımsız” olmayışından kaynaklanmıyor! Mali ve ekonomik sömürgelik ile “bağımsız ve egemen” olma burjuvazinin iktidarı koşullarında “sorunsuz” gerçekleşebiliyor. Tıpkı kendisi emperyalizmin ekonomik ve mali sömürgesi olan Türkiye’nin Kürdistan’ı sömürgeleştirmesi gibi! Bağımsız ve egemen devletler burjuvazinin iktidarı koşullarında kendilerini uluslar arası mali sermayenin kollarına atıyorlar. Günümüzde tekelci kapitalizmin emperyalist küreselleşme evresinde burjuva devletlerin ve kapitalist ekonomilerin bütünleşik dünya ekonomisinin, mali sermayenin ağları dışında kalması ise zaten olanaksız.

Devlet iktidarını “elinde tutan” işbirlikçi tekelci burjuvazi “bağımsızlık ve egemenliği” sınıf konumuna ve sınıf çıkarlarına uygun tarzda kullanıyor! Bu Türk sömürgeciliğinin bölgede yürüttüğü yayılmacı savaşları için de geçerli, bütünleşik dünya ekonomisine eklemlenmesi bakımından da NATO ya da Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilişkileri için de öyle! Dahası da var, Türkiye bugün bölgemizde açık emperyalist politika izleyen, işgalci, sömürgeci bir güç olarak da öne çıkıyor. Kendini sistemin patronu ve efendisi gören Trump Erdoğan’ı “Ekonominizi çökertiriz” diye tehdit ederken işbirlikçi tekelci kapitalist sitemin bütünleşik dünya ekonomisine ekonomik ve mali bağımlılığını hatırlatmış oluyordu. O bakımdan “bağımsızlık ve egemenlik” sorununu günümüz Türkiye’sinde 20. yüzyılın başındaki gibi emperyalizme karşı mücadele sorunu olarak koymak, dışsallaştırmak olsa olsa işbirlikçi Türk burjuvazisinin işine yarar! Bu yaklaşım sahiplerini işbirlikçi burjuvaziye yaklaştırır ki bu da emperyalizmin işine yarar! Her biri yerli ve milli oluşlarıyla emperyalizme karşı güya kafa tutan, icabında gürleyen, temsil ettikleri işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarları için emperyalistler ile sürtüşen lafta çatışan AKP, İYİP, MHP ve aynı soy egemen sınıf partilerinde antiemperyalizm bile bulabilir, “antiemperyalizmle milliyetçiliği” ayıramaz hale gelir. Bırakın işbirlikçi tekelci burjuvaziyi, sınıf olarak orta burjuvaziden onu temsil eden CHP gibi partilerden de antiemperyalizm çıkmaz, çıkartamazsınız! Emperyalizmle mücadelede sahiden ciddi ve kararlıysanız bunu emperyalizme mali ve ekonomik bağımlılığın örgütleyici ve sürdürücüsü egemen işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı mücadeleye yaklaşımınızla, işbirlikçi tekelci burjuvaziye ve onun politik İslamcı faşist diktatörlüğüne karşı mücadele program, strateji ve pratiğinizle, onun iktidarına karşı mücadele eden kuvvetlerle devrimci demokratik iş birliğinizle, ABD ve diğer emperyalizminin dünya egemenliği aygıtı NATO’nun ikinci en büyük ordusuna karşı savaşan Kürt ulusal özgürlük hareketiyle iş birliği ile göstermeniz gerekir. 

SGB’nin Kürt ulusal özgürlük mücadelesine mesafeli olma ilkesi 

Sol Parti, EMEP ve TKP’nin ittifak çalışmalarını anlattığı bir röportajında Kemal Okuyan “HDP’siz bir ittifak olmaz türünden bir değerlendirmenin hiçbir şekilde parçası değiliz” diyordu. Değişik vesilelerle Kürt ulusal demokratik hareketiyle yaptıkları seçim ittifakını da unutarak (ya da sanki olmamış gibi yaparak) büyük bir meziyet gibi yurtsever hareketle hiç ittifak yapmadıklarını ileri sürerek siyasal kibre atak yaptırıyordu. SGB’nin bileşenleri TKH ve Devrim Hareketi bilindiği gibi TKP kökenli hareketler. 2014 bölünmesiyle TKP’den önce HTKP çıktı, sonra da HTKP’den TKH ve Devrim Hareketi çıktı. TKP’nin bölünmesinin izini TİP’e kadar sürersek en önemli sorunun Kürt ulusal demokratik hareket ve emekçi sol hareketin TKP’nin solunda kalan kesimleriyle siyasal bakımdan ilişkilenmesi olduğunun altını çizmek yanlış olmaz. TKH ve Devrim Hareketi’nin yönünü tekrardan TKP’ye dönmesindeki en önemli etken de yine Kürt ulusal demokratik hareketi ve emekçi sol hareketle ilişkileniş oldu. Özetle TKP’nin 2014 bölünmesinden bakıldığında “Kürt sorunu” ayrıştırıcı, hatta “bölücü” bir rol oynuyor! Fakat daha önemlisi TKP’nin aynı zamanda ulusal sorunda revizyonist olmasıdır. TKP apaçık biçimde Leninizm’in ulusla sorundaki ilkesel tutumunu revizyondan geçirdi ve ulusal sorunda tutarlı demokratik tutumu reddederek sosyal şoven bir konumunu teorize etti, pratik olarak da bu revizyonist tutuma uygun tutarlı davrandı. Tutumunu Kurt ulusal demokratik hareketiyle ittifak yapan parti ve örgütlerle de ittifak yapmama gericiliğine kadar ilerletti.

Bugünkü Sol Parti’nin ÖDP’nin devamı olduğu biliniyor. ÖDP’nin 2002’de (ki daha sonra da bölünmeler, kopmalar oldu) yaşadığı bölünmenin arka planında Kürt ulusal demokratik hareketiyle, emekçi sol hareketin ÖDP ve TKP’nin solunda kalan kesimleriyle politik ilişkileniş sorunu duruyordu. Eski ÖDP Genel Başkanı ve Sol Parti PM üyesi Alper Taş, Ocak 2022’de verdiği bir röportajda ÖDP’yi Kürt ulusal sorununun değil, Kürt ulusal demokratik hareketinin böldüğü şeklinde bir analiz yaptı. “Başarısızlık”, partileşememek (o zamanlar Ufuk Uras “parti olmayan parti” diyordu, bölünmeden sonra “parti gibi parti” söylemine geçti!), kendi soluyla ilişkileniş ve diğer nedenler bir yana ÖDP projesini Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın yakıcı gerçekleri çökertti. Burada en önemli rolü de kuşkusuz Kürt ulusal sorunu oynadı, Kürt ulusal sorununun siyasal bakımdan saflaştırıcı, ayrıştırıcı karakterini bu sorun ile giderek güçlenen sosyal şovenizmi nedeniyle tutarlı demokratlık konumundan ilişkilenmeyen ÖDP’de de gösterdi. ÖDP’yi ayrıştırdı, saflaştırdı. Gerçek böyle olmasına karşın ÖDP’yi yurtsever hareketin böldüğü analizi ezen ulus demokratları üzerindeki sosyal şoven egemen ulus kuşkuculuğunun hangi boyutlara ulaştığına işaret ediyor.  

ÖDP ve TKP’nin, onların damgasını vurduğu SGB’nin Kürt ulusal sorunu ve Kürt ulusal demokratik hareketiyle ilişkilenişine dair sahip oldukları bu tarihsel siyasal arka plan, soruna teorik ve programatik yaklaşımları bize Kürt ulusal demokratik hareketiyle egemen sınıf ve devletin, aynı zamanda Türk işçi ve emekçilerinin şoven, sosyal şoven etki altındaki en geri kesimlerinin rahatça görebileceği kadar mesafeli durma ilkesinde demirlemiş olmalarını açıklıyor. Zaten SGB’nin ileri sürüdüğü 5 maddelik demokratik reform programının “sorunu” koyuşu da bu sonucu doğruluyor:

“5- Yurttaşlığın tesis edilerek etnik, dinsel, mezhepsel ve toplumsal cinsiyetten kaynaklı farklılıklar nedeniyle ayrımcılığın ve karşıtlıkların ortadan kaldırıldığı, herkesin eşit ve kardeşçe yaşayacağı özgür bir cumhuriyet hepimizin özlemidir. Bunu gerçekleştirmek isteyen herkesi ortak mücadeleye davet ediyoruz.”

SGB’nin bildirgesi sorunu koyuşuyla Türkiye’de demokrasi ve politik özgürlük mücadelesinin en temel birkaç sorunundan biri olan Kürt ulusunun Türk burjuva devletinin kaba inkarcı sömürgeciliği altında ezildiği gerçeğini gizliyor, Kürt ulusal varlığını ve eşit ulusal demokratik haklarını reddediyor. “…etnik… farklılıklar” ve bu nedenden kaynaklanan “ayrımcılığın ve karşıtlığın ortadan kaldırılması” derekesine indirgiyor. Bu kararlı ve net sosyal şoven bir duruştur, tutarlı demokratlıktan açık ve kaba bir uzaklaşma, burjuva devlete ve burjuva ulusalcılığa doğru büyük bir geriye düşüştür. Eğer Dev-Yol geleneğinin ulusların kaderini tayin hakkı savunusundan bakarsak gelinen yer sonuç olarak savruluşa tekabül etmektedir. Demek ki, Kürt ulusal sorunundaki tutumları SGB ve onu kuranların siyasal sınıfsal pozisyonları bakımından yeni bir eşiği, dönemeci yansıtmaktadır.

SGB stratejisi; yasallık ve parlamentarizm

Sol Parti, Dev-Yol’un devrimci çizgi ve geleneklerinden koparak sosyal demokratlaşmaya savrulma ve evriminden doğdu. Sol Parti, Dev-Yol geleneğinin yüksek politik kibir ve sol üzerinde hegemonya kurma tutkusunda somutlaşan en geri yanlarının devamcı ve mirasçısıdır. Keza taklit TKP için de benzer bir durum geçerlidir. Geleneksel TKP’nin kendi soluna asla varlık hakkı tanımayan hegemonik yaklaşım ve politik kibrinin mirasçı ve devamcısıdır. En dar kafalı hegemonyacı yaklaşımla kurdukları “güç birliği”nin ilan edilmemiş temel bir hedefi ve yönelimi, emekçi sol hareket üzerinde hegemonya kurmaktır. Daha dakik söylemek gerekirse emekçi sol hareketi yasallık ve parlamentarizm zeminine hapsetmek yani reformizme teslim almaktır. Emekçi sol hareketi, işçi sınıfı ve emekçileri çekmek istedikleri “çizginin”, “stratejinin” ana sorunu budur. Emekçi sol hareketle ideolojik politik ilişkilerini bu yönelim yönetmektedir. Onlar bunu, özellikle kentlerdeki silahlı direniş örneklerine karşı çıkarken, keza Kürt ulusal özgürlük mücadelesi ve devrimci harekete uzak durma ilkelerinde de tam bir netlikle ortaya koyuyorlar. SGB aynı şeyi kuruluş ilanı metninde ise stratejik yönelimini açıkça tanımlamayarak yapıyor;

“Türkiye’nin aydınlık geleceği için bu temel ilkeler doğrultusunda Sosyalist Güç Birliği olarak birlikte yürüyeceğiz. Yaklaşmakta olan seçimlerde de devrimci sorumluluğun bilinciyle ülkemizin geleceğine birlikte sahip çıkacağız.”

SGB’nin ne zamana kadar ve nasıl birlikte yürüyeceğini göreceğiz!

SGB’yi kuran partilerin bugüne kadar faşizme karşı mücadelede “devrimci sorumluluğun bilinciyle” hareket ettiğine maalesef tanıklık edemeyiz. Burada geriye dönüp SGB’yi oluşturan yapıların her birinin 20 yıldır ne yaptığını değerlendirecek değiliz, ama hiç değilse “çöktürme eylem planının” yürürlüğe sokulduğu faşist şeflik rejiminin kurucu terörü döneminde devrimci güçlerle ve Kürt ulusal demokratik hareketiyle, yani faşist rejime karşı direnişin en kararlı güçleriyle bir araya gelmekten kaçındığınız, son bir-iki yıla kadar ölü taklidi yaparak korku ikliminin dağılması ve faşist terörün “dinmesini” beklediğiniz, herhangi bir bedel ödemeyi göze almadığınız gerçeklerini kaydedeceğiz.

“Devrimci sorumluluk bilinci” her şeyden önce devrimci bir stratejiye dayanmayı gerektirir, oysa SGB’nin Sol Parti ve TKP’nin “gelişim” yönü genel olarak devrimci program ve stratejiden gerileme, devrimcilikten uzaklaşma yönünde seyretti. Emekçi sol hareketin reformist cenahının en sağ ucunda duran TKP ve Sol Parti güç birliği ittifakı ile reformist evrimlerinde yeni bir düzeye gerilediler. Burjuva sol ile az çok mesafeli duruştan emekçi sol ile ilkesel mesafeli duruşa geçişi tersinir sıçramalı düşüşü sistematik tarzda örgütlediler. Reformist derinleşmede bir eşiği daha aştılar.

Fakat yaklaşmakta olan seçimlerde devrimci sorumluluğun bilinciyle ülkenin geleceğine sahip çıkmanın politik karşılığı, manası nedir? Ortak metin buna çok açık yanıt vermiyorsa da “murat” edilenin ne olduğu yine de anlaşılıyor. SGB herhalde Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayını desteklemeye hazırlanıyor, böylece yaklaşan seçimlerde politik İslamcı faşist şeflik rejiminin “işini bitireceğini” düşünüyor!?.  Eğer bunlar doğruysa ve ne zamandan beri “sağ ve sermaye yanlısı karakter”li Millet İttifakı adayını desteklemek “devrimci sorumluluk” oldu! Hiç değilse şunun adını devrimci sorumluluk koymayın, bu olsa olsa parlamentarist sorumluluk olur; devrimcilik bunun neresinde! O arada SGB’yi oluşturan partilerden Sol Parti’nin son belediye seçimlerinde Millet İttifakı ile bir çeşit seçim ittifakı veya işbirliği yaptığını, keza SGB’nin Millet İttifakı nezdinde HDP’den daha itibarlı ve politik bakımdan kabul edilebilir olduğu da kesin!.

SGB’nin stratejisini ortak metnin şu cümlelerinden çıkartabiliyoruz: 

“Her türlü hile ve zorbalığa başvuracağı açık olan gerici iktidardan ülkemizin kurtulması ancak ilerici toplumsal kesimlerin örgütlü ve dinamik mücadelesiyle sağlanabilir.”

“Her türlü hile” derken seçimlerin ima edildiği açık!

SGB’ye sormak gerekiyor, kimdir bu “ilerici toplumsal kesimler” ve ne kastedilmektedir “örgütlü ve dinamik mücadele” ile? Ortak metnin bütünü dikkate alındığında öyle anlaşılıyor ki, Emek ve Özgürlük İttifakı’nı oluşturan partiler ve destekleyen kitleler atıfta bulunulan “ilerici toplumsal kesimler” tanımın dışında kalmaktadır. Hiç değilse “örgütlü” halleriyle dışında kalmaktadırlar.

“Önümüzdeki kritik eşikte bu halk düşmanı rejime son vermek için, yirmi yıldır AKP’ye ve onun temsil ettiği bu düzene karşı mücadelenin her aşamasında olduğu gibi, bugün de üzerimize düşen sorumlulukları eksiksiz yerine getireceğiz.”

Keza apaçık ki, “önümüzdeki kritik eşik” de seçimlerdir!

“Önümüzdeki kritik eşik” yani seçimler, SGB’nin varlık nedeni olarak belirginleşiyor. Olabilir yalnızca seçimler için de “güç birliği” ittifakı oluşturulabilir. Fakat seçimler için oluşan bir güç birliği ittifakını farklı sunmak bırakalım devrimci olmasını halkçı demokratik bir politikanın etiğine de sığmaz.

“Gerici iktidardan ülkemizin kurtarması”, “halk düşmanı rejime son vermek” nasıl gerçekleşecek? SGB “önümüzdeki kritik seçim” ile diyor. Seçimler ile “iktidar” son vermek ancak parlamentarizm mantığı içerisinde mümkün olabilir. Parlamentarizmin mantalitesi şundan ibarettir: En geniş anlamıyla burjuvazinin iktisadi, sosyal ve siyasal egemenliği sabittir, ama parlamenter çoğunluk ve hükümetler değişkendir. Burjuva partilerin, ittifakların, koalisyonların biri gider diğeri gelir vb. Ama iktidar değişmeden kalır! Eğer seçimlerden az çok burjuvazinin egemenliği ile çatışan halkçı demokratik bir çoğunluk çıkarsa o hükümeti kurabilir, ama o da ya burjuvazinin iktidarıyla gerçekten ölümcül bir kavgaya tutuşur ya da bin bir yolla emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi onu hizaya sokar. Birincisinin başarısı parlamento dışında fiili meşru mücadele yolundan işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvaziye ve egemenlik aygıtı devlete (özellikle asker, sivil bürokrasiye) karşı seferber edilmesi temelinde burjuvazinin iktidarını darbeleyecek ve yıkacak devrimci önlemler alma kararlılığına bağlıdır. Kuşkusuz böyle bir süreçte bir yandan emperyalist merkezlerin içeride iktidarı tehlikeye giren işbirlikçi tekelci burjuvazi aracılığı ile ama özellikle asker sivil bürokrasiye dayanarak siyasal komplo ve askeri darbe örgütlemeleri, keza bizzat burjuva devlet içerisinden bürokrasiden yükselen karşı devrimci direniş ve karşı devrim tehlikesini yenilgiye uğratmak ancak halkın silahlanarak halkçı demokratik yönetimin yanında seferber olmasına bağlıdır. Şili’de Allende deneyimi bunu netlikle gösterdi. İkincisine örnek ise Yunanistan’da SYRIZA ve  İspanya’da Podemos deneyimleridir. Yakın zamanda Şili’de yaşanan anayasa referandumu deneyimini de bunlara ekleyelim. Parlamentarizm reformist halkçı demokratik politik yükselişi kolaylıkla eritip sindirebilmekte hatta yutmaktadır. Günümüz koşulları altında parlamentarizm temel alınarak halk yararına temel herhangi bir reform gerçekleştirilemez. Bu deneyimlerin gösterdiği küçük burjuva reformizminin halkın temel taleplerini istismar ederek parlamentarizm batağında tüketme yeteneğinde olması gerçekliği devrimci önderlik bakımından oldukça uyarıcıdır.

SBG yola çıktıktan sonra siyasal turnusol niteliğinde birkaç eşik ya da gelişme oldu. Bunlardan biri Cumhuriyetin 99. yıl dönümüydü. Diğerleri faşist şeflik rejiminin Güney Kürdistan işgalinde gerillayı topyekun yok etmek için kimyasal silah ve inceltilmiş nükleer silah kullanması, ek olarak Mersin fedai eylemini ve tersinden bir örnek olarak Taksim’de sivil halkı hedef alan kontrgerilla bombasını sayabiliriz. Ve en son ise Medya Savunma Alanları’na, Kuzey ve Doğu Suriye’ye, Rojava özerk yönetim alanına, Şengal özerk bölgesine inkarcı sömürgeciliğin sivil yerleşim alanları dahil yok edici saldırganlığı karşısında SGB ya da onu oluşturan yapıların ne yaptıklarını, nasıl bir tutum takındıklarını hatırlatabiliriz!..

Eğer “Sosyalist Güç Birliği” gerçekten yürürlükteki, faşist şeflik rejimini yıkma ve politik özgürlüğü kazanma amaç ve stratejisine bağlı kurulsaydı, özgürlük mücadelesinin en kararlı ve en büyük bedelleri ödeyen güçleriyle bir araya gelmek için birazcık olsun çaba harcardı!.. Güç birliği ittifakını oluşturanların bunu yapmaları şurada kalsın bundan sistematik biçimde kaçınmaları SGB’nin Millet İttifakı-CHP’yi Emek ve Özgürlük İttifakı’na tercih eden parlamentarist reformist siyasal karakterinin söz götürmez karinesidir.


Toprak Akarsu • Marksist Teori • Kasım-Aralık 2022

Tags: ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑