Forum

Published on Mayıs 17th, 2021

0

İbrahim Kaypakkaya’nın yaşamımdaki önemi | Mustafa Demir


Okyanusta kaybolan bir gemiciye pusula ne kadar gerekli ise, devrim isteyen bir devrimciye devrimci teori de o kadar gereklidir. İbrahim Kaypakkaya’dan devrimin pusulası Marksizm-Leninizm’i kavramayı ve kılavuz olarak kullanmayı öğrendim.

Lise birinci sınıfta idim. 14-15 yaşlarımdı. Ankara Mamak Lisesi’nde okuyordum. Kızılay’da Adakale Sokak 28/1 de bulunan Türk Solu Dergisi, İşçi-Köylü Gazetesi ve Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi’nin bürosuna gidiyordum, boş zamanlarımda. Orada çok yeni şeyler öğreniyordum, hemen hemen hepsi üniversite öğrencisi veya öğretim görevlisi olan devrimci abilerden… Onlardan biri, Ömer Özerturgut, benimle özel olarak ilgileniyor, bilimsel kitapları okumam için teşvik ediyordu. Türk Hukuk Kurumu’na ait olan bu büyük binanın girişinde Türk Hukuk Kurumu’na ait büyük bir salon bulunuyordu. Birinci katında merdivenlerden çıkınca sol taraftaki dairede Türk Solu Dergisi/İşçi-Köylü Gazetesi/Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi büroları, sağ tarafındaki dairede ise Doğan Avcıoğlu önderliğinde çıkartılan haftalık Devrim Gazetesi’nin bürosu bulunuyordu. Soldaki daireye girince hemen sağ tarafta büyükçe bir salon bulunuyordu.

Gelen herkes içeride başka bir işi yoksa salonda oturur, hararetli tartışmalara katılırdı. Ben bu salonda dinleyici idim. Bu kadar bilgili devrimci abinin içinde konuşabilecek ne bilgim ne de cesaretim vardı. Bir öğleden sonra, derginin bürosunda, salonda otururken Doğu Perinçek salona girdi, salondakileri selamladı ve yanıma gelerek, “Mustafa seni biriyle tanıştıracağım” dedi. Salondan çıktık, dairenin sol dip köşesinde bulunan ve sendika odası olarak kullanılan odaya girdik. Masanın üzeri kitaplarla dolu idi. Masadan doğrulan genç abi bana doğru yöneldi. Doğu Perinçek; “İbrahim, bu arkadaşımız Mustafa Demir. Senin hemşehrin” diye bizi tanıştırdı ve odadan ayrıldı. Henüz soyadını bilmediğim İbrahim abi ile biraz sohbet ettik. O benim Alaca-Koçhisar Köyü’nden olduğumu, ben de onun Sungurlu-Karakaya’lı olduğunu annesinin Alaca-Gökçam Köyü’nden olduğunu öğrendim. “Köyünüzde ağa var mı? Toprak dağılımı nasıl” diye sordu. Köyümüzde ağanın olmadığını, zengin köylülerin dahi kendi topraklarında kendilerinin çalıştığını anlattım. “Köyde en önemli sınıfsal çelişkinin” ne olduğunu sordu. Faizcilerle yoksul köylüler arasındaki sömürü çelişkisinin olduğunu söyledim. İbrahim abiye çok çabuk ısındım. İnsana güven veren bir tarzı vardı. Çok cana yakın birisi idi. Ertesi gün, dergi bürosunun bulunduğu binanın giriş katındaki büyük salonda “eğitim çalışması” vardı. Aklımda yanlış kalmadıysa her hafta Cuma akşamları, bir iki kişinin sunum yaptığı, hareketli tartışmaların olduğu toplantılardı bunlar. O günkü bilinç düzeyimle o toplantılarda kürsüde oturan konuşmacılar, çok bilgili, çok değerli, büyük insanlardı benim için.

“Eğitim Çalışması” başladı. Doğu Perinçek’in yanında oturan konuşmacı bir gün önce tanıştığım sıcak kanlı İbrahim abi idi. Nasıl gururlandığımı hâlâ hatırlıyorum. O kürsüde oturan benim toprağımdan çıkmıştı, hemşehrimdi ve bir gün önce benimle sohbet etmişti. Doğu Perinçek kısa bir konuşma yaptıktan sonra sözü “İstanbul’dan arkadaşımız” İbrahim Kaypakkaya’ya verdi. Böylece, ömrüm boyunca hiç aklımdan ve yüreğimden çıkartmayacağım İbrahim abinin soyadını da öğrenmiş oldum.

İbrahim Kaypakkaya o akşam daha sonra Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi’nde yayınlanacak olan Türkiye’de İşçi Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politikamız başlıklı bir konferans verdi. Mayıs 1970’te Proleter Devrimci AYDINLIK dergisinde yayınlanan uzun yazısında, dönemin işçi ve köylü mücadelelerinin dökümü yapılıyor ve dersler çıkarılıyordu. Bu yazısında: “Kendiliğinden-gelme işçi hareketlerinin Türkiye’de hızla yoğunlaştığını ve yaygınlaştığını görüyoruz. Bu durumda kendiliğinden-gelme mücadele ile, bilinçli siyasi mücadele ilişkilerini, kendiliğinden-gelme hareketlerin sınıf mücadelesi içindeki yerini ve işçi sınıfı hareketinin nasıl bir politika ve örgütlenme ile kendiliğinden-gelmelikten kurtarılıp bilinçli siyasi mücadele haline getirilebileceğini araştırmak daha da önem kazanmaktadır.” demektedir. Bu görev bugün de devrimcilerin önünde duruyor. Yeni bir dünyaya girmiştim. Kitaplar okuyor, abilerle tartışıyor, bildiri dağıtımlarına katılıyor, toplu gazete, dergi satışlarına çıkıyordum. Dünyam alabildiğine genişliyordu. Dev-Lis adlı örgütün bütün toplantılarına ve eylemlerine katılıyordum. PDA taraftarı olduğum için Dev-Lislilerle eylemlere katılsam da ayrımcılık yaşıyordum.

O zaman iki elin parmakları kadar az liseli PDAcı vardı. Biz kendimize Proleter Devrimci Liseliler diyorduk. Sonra 12 Mart Askeri Faşist Cunta dönemi başladı.

Aydınlık grubu önce 12 Mart muhtırasını destekledi. Halkın taleplerini içeren öneriler hazırladı. Kısa bir süre sonra, cuntacıların halka ve devrimcilere azgın saldırılarıyla birlikte illegaliteye çekilinerek Erim Hükümeti eleştirilmeye başlandı. Sıkıyönetimin ilanından sonra İşçi-Köylü Gazetesi ve Aydınlık Dergisi bürosu nöbetçi bir arkadaş tarafından açık tutuluyordu. Nöbetçi arkadaş gelenleri gerekli yerlere yönlendiriyordu. Bana Gazi Eğitim Enstitüsüne gidip Erdal Sarıoğlu’nu çağırmamı söyledi. Nöbeti o devralacaktı. Dediğini yaptım, Erdal ile Kızılay’a birlikte geldik, ben yemek almak üzere büroya yakın bir yerde ondan ayrıldım. Çok geçmeden Adakale Sokak tarafına yöneldim, ne göreyim, cemseler dolusu askerler büroyu basıyorlar. Caddenin başında bir saat kadar oyalanarak gelen arkadaşları uyardım. Erdal’ın o baskında yakalandığından emindim ve oraya gelmesine sanki ben sebep olmuşum gibi de vicdan azabı duydum. Ta ki on üç yıl sonra Almanya’nın Frankfurt kentinde, 12 Eylülü protesto yürüyüşünde Erdal’la karşılaşıncaya kadar bu üzüntüyü içimde taşıdım. O gün Erdal askerleri görmüş, büroya girmeden yolun Kolej tarafına geçip, dergiye o yönden gelecek arkadaşları uyarmış. Bu bilginin beni ne kadar rahatlattığını anlatamam. Erdal Sarıoğlu genç yaşta hastalanıp Almanya’nın Hannover şehrinde hayata gözlerini yumdu. Bize İhtilalci Gençler Birliği adlı örgütte örgütlenmemiz söylendi. Başlıca görevimiz; okuma grupları kurmak, haber ağı oluşturmak ve başta Şafak Dergisi olmak üzere elimize geçen illegal yayın, broşür ve bildirileri dağıtmaktı. Faaliyetlerden sorumlu arkadaş Kerim Öztürk idi. O günlerin koşullarında sebebini bilmediğim ve sormanın doğru olmayacağına inandığım bir değişim oldu. Kerim sorumluluktan ayrıldı. İllegallik gereği kendisinden haber de alamıyordum.

Filistin halkı ile dayanışma ve savaşmayı öğrenme amacıyla gittiği Filistin’de 21 Şubat 1973 te En-Nehir-El Berid kampında İsrail Ordusu’nun bombalı saldırısında sekiz yoldaşı ile birlikte can verenler arasında Kerim Öztürk’te vardı. Bu arada Ankara’da arkadaşlardan, önce birinci tasfiyeciler diye bir grubun Proleter Devrimci Aydınlık’tan ayrıldığını, Çaru Mazlumdar’cı bir çizgiyi savunduklarını duydum. Sonra Doğu Anadolu Bölge Komitesi’nin baş kaldırdığını, fakat yeniden kurulan komite ile etkisiz hale getirildiklerini söylediler. 4 Şubat 1974 tarihinde kendi olanak ve inisiyatifimle Almanya’ya üniversite okumak için geldim. İnisiyatifimle dediysem de, ailenin bu tür konularda inisiyatifi abimde idi. Abim çok çalışkan, ileri görüşlü bir insandı. Beni önce Amerika’ya arkadaşı ünlü avukat Rauf Çapan’ın oğlunun yanına petrol mühendisliği okumaya yollamak istiyordu. Olmadı. Sonra ilişkileri kurarak Almanya’ya Goethe Enstitüsüne yatılı olarak iki aylığına yolladı. Önce Almanca öğrenecek, sonra tekstil mühendisliği okuyacaktım. Ben ise; yurt dışındaki arkadaşlarla ilişkiye geçip, mücadeleye devam etmek istiyordum. Türkiye’deki hemen hemen tüm arkadaşlar yakalanmış ve yargılanıyorlardı. Ezberimde olan iki adres vardı. Biri Berlin’de bulunan İşçi-Köylü Bürosu, diğeri Stuttgart’ta bulunan ATÖF’ün (Almanya Türkiyeli Öğrenciler Federasyonu) adresleri idi. İkisine de birer mektup yazarak kendimi tanıttım ve ilişki kurmak istediğimi yazdım. Gecikmeli olarak ATÖF’ten, Frankfurt’taki bir açlık grevine çağrı bildirileriyle cevap geldi. Bu arada benim İserlohn kentindeki Goethe Enstitüsündeki kursun süresi doldu. Mönchengladbach şehrine, arkadaşım Hakan’ın yanına yerleştim. Şehirde THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) sempatizanlarının hakim olduğu bir öğrenci derneğinin olduğunu öğrendim. Oraya gidip gelmeye başladım. Dernek ATÖF’e üye idi. Bir gün derneğe ATÖF yöneticisi militan bir kız arkadaş geldi. Dernekte bir toplantı yapıldı. ATÖF yöneticisi dernek üyelerini açlık grevine katılmaya çağırdı. Ben hemen katılmak istediğimi söyledim. ATÖF ile ilişki kurmak için bundan daha iyi fırsat olamazdı!.. Dernek açlık grevine katılma kararı aldı. Açlık grevinin yapılacağı Frankfurt şehrine gittik. Açlık grevine yaklaşık yirmi kadar çoğu öğrenci genç katılmıştı. Basın büyük ilgi göstermişti. Çevreden gelen, Alman ve Türkiyeli ziyaretçilerimiz vardı. İlk defa bir açlık grevine katılmıştım, birlikte mücadelenin ve sesimizi duyurmanın doyumsuz tadını yaşamıştım. Dönüşte yine ATÖF yöneticisi kız arkadaşın arabasıyla Köln şehrine geldik. Arkadaş bir evin önünde durdu, içeriden elinde bir naylon torbanın içinde yayınlar getirdi. Torbayı sevinçle aldım. Beni tren istasyonuna bıraktı. Mönchengladbach istikametine giden trene biner binmez, merakla poşetin içindeki yayınları incelemeye başladım. Bir broşür vardı, kapağında Almanca Ders Kitabı 1 Wir Lernen Deutsch yazıyordu. Gururlandım. Öğrenci Birliği yöneticisi arkadaşımız bana dil öğrenmemde yardımcı olmak için kitap vermişti. Broşürün ilk sayfasını açınca beynimden vurulmuşa döndüm. Hızla ilerleyen trende kendimi yapayalnız ve çaresiz hissettim. Broşür, Filistin’de İsrail Ordusunun bombalarla gerçekleştirdiği baskında, halkın kurtuluşu ve sosyalizm uğruna canlarını ortaya koyan Bora Gözen, Ahmet Özdemir, Cafer Topçu, Yücel Özbek, Kerim Öztürk, Ali Kiraz, Gürol İlban ve Şükrü Öktü adlarında sekiz arkadaşın katledilmelerini anlatıyordu. Bora Gözen, Cafer Topçu, Kerim Öztürk, Gürol İlban bizzat tanıştığım arkadaşlardı. Cafer çok sevdiğim, değer verdiğim bir devrimciydi. Baskından yaralı kurtulan “Kayserili”yi daha sonra Köln’de tanımış, katledilen arkadaşlarımızın anılarını yad etmiştik. Baskında esir düşerek sekiz yıl İsrael zindanlarında yatan Faik Bulut arkadaşı da çok sonraları tanıdım ve ortak kayıplarımızı bir kez daha andık.

Mönchengladbach’ta bir gece kapım çalındı. Aşağıya indim, ATÖF yöneticisi kız arkadaşla birlikle iri yarı bir arkadaş gelmişlerdi. Kısaca “Köln’de bir arkadaş seni görmek istiyor, bizimle gelir misin?” dediler. Hemen kabul ettim. Arkadaşlarla Köln’e vardık. Kapı açılınca karşımda, mutfakta yemek hazırlayan Ömer Özerturgut’u buldum. Ne kadar sevindiğimi kelimelerle anlatamam. Yaklaşık üç yıldır görememiştim. Haber de alamamıştım. Türkiye’de İşçi-Köylü Gazetesi ve sonraları Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi yazı işleri müdürü olduğu için hakkında durmadan yeni davalar açılıyordu. Bu nedenle daha 12 Mart döneminden önce illegaliteye çekilen devrimcilerdendi Ömer Özerturgut. Kucaklaştık. “Tamam tahmin ettiğim arkadaş” dedi. Ömer Özerturgut önce TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Özeleştirisi’ni verdi. Daktilo ile yazılmış, bir kaç sayfalık bir yazıydı bu. Hemen okudum. Özeleştiri yetmiş bir yenilgisini tahlil ediyor, önderliği yetersiz buluyor, Kaypakkaya ve arkadaşlarını “sol” bulmasına rağmen, ana hatlarıyla doğru olduklarını yazıyordu. Özeleştiriyi Ömer Özerturgut ile tartıştık. Tartışmanın odak noktasını silahlı mücadelenin önderlik tarafından “ertelendiği” konusu teşkil ediyordu. Ömer Özerturgut, TKP/ML, THKO ve THKP/C önderleriyle görüşülmesi gerektiğini söylüyordu. Bir sabah, teksirle çoğaltılmış, hacimli bir yazı verdi, “oku da tartışalım” dedi. Verdiği uzun yazı İbrahim Kaypakkaya’nın kaleme aldığı TKP/ML nin Şafak Hareketine getirdiği “genel eleştiri”leri idi. Hemen okumaya başladım. Daha ilk sayfalarında beynimden vurulmuşa döndüm. Benim bilinç düzeyime göre, o zamanlar revizyonizme bayrak açmış, safını açıkça Mao Zedung’un yanında belirlemiş olan hareket TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) hareketi idi. İbrahim Kaypakkaya okuduğum yazısında “Şafak revizyonist hainler sürüsü”nden bahsediyordu. İlk okuyana bu yaklaşım ürkütücü geliyordu. İçimden yazıyı bir an önce bitirip Ömer Özerturgut ile tartışmak geçiyordu. Yazıyı okumayı bırakamazken, uykularım da kaçıyordu. Kendi doğrularımla köklü bir tartışma başlatmıştı İbrahim Kaypakkaya…

İbrahim Kaypakkaya Marksizm-Leninizmi içselleştirmiş, analizler yapabilen, devrimci pratikten teorik sonuçlar çıkarabilen, bildiklerini pratikte sınamayı önemseyen, enternasyonalist mücadeleyi öne çıkaran, o günün şartlarında ulusların kendi kaderini kendilerinin belirlemesi ilkesini, ayrı devlet kurma hakkı da dahil, savunan; teorik, pratik ve örgütsel önderlik vasıfları olan bir devrimci idi. İbrahim hunharca, işkencede katledildi. “Eğer görkemli bir yaşama hizmet ediyorsa, insanın kendi yaşamını yitirmesi felaket değildir. Felaket, yaşamdaki derin anlamın yitirilmesiyle başlar. İbrahim o derin anlamların yitirilişine karşı bir duruşun adıdır.” … İbrahim Kaypakkaya’dan her şeyden önce okuduğum metinleri daha dikkatli okumayı ve eleştirel düşünmeyi öğrendim. Devrimci mücadelenin sadece inanç ve fedakarlıklarla ilerletilemeyeceğini kavradım. Kaypakkaya’nın haklı eleştirilerle didik didik ettiği metinleri daha önce okumuştum, önderliğe olan güvenimden dolayı, pratik kimi hataları görebilsem bile, köklü hataları bırak kavramayı, görememiştim bile!.. Gücün, ne bilinçli aydın önder kadrolardan, ne de sayısal fazlalıktan kaynaklanmadığını öğrendim. Kaypakkaya, bir avuç arkadaşı ile TİİKP önderliğine baş kaldırmış, doğru siyasi çizgisi, sadece düşünen değil, düşüncesini pratikte sınayan yöntemi, kof değil mücadele içinde gittikçe sağlamlaşan ve nitelik olarak gelişen örgütlenmesi ile bana örnek oluyordu. İbrahim Kaypakkaya işkencede “ser verip sır vermeyen bir yiğit” olarak tarihe yazıldı. Bu bence de doğrudur. Fakat gerçek yiğitlik Mustafa Suphi’den sonra, ağır baskı koşullarında silikleşmiş komünist fikirlerin ülke koşullarına uygun olarak yeniden, coğrafyamızda filizlenmesinde aranmalıdır. Gerçek yiğitlik, sistemden toplu kopuşta ve bağımsız bir işçi hareketini düzenin karşısına dikmekte aranmalıdır. Komünist hareket, İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarının çabalarıyla burjuva fikirlerden arınarak yeni bir güzergâhın başlangıcı olmuştur. Yeni araştırmalar, görüşler İbrahim Kaypakkaya tarafından kaleme alınmış olsa da onlar o zaman TKP/ML’yi (Türkiye Komünist Partisi /Marksist-Leninist) oluşturan kadroların yoğun tartışmalarla oluşturdukları ortak görüşleridir. TKP/ML’nin temel belgeleridir. Bu belgelerden; devlet, devrim, faşizm, tarih, Kemalizm, enternasyonalizm, ulusal mesele, Türkiye devriminin yolu, komünist partisi, halk ordusu, halkın birleşik cephesi, emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadele gibi birçok konuda birçok şey öğrendim. Devrimci fikirlerim bu belgeler sayesinde yeniden şekillendi. Bu şekillenmeden ömrüm boyunca yararlandım. Okyanusta kaybolan bir gemiciye pusula ne kadar gerekli ise, devrim isteyen bir devrimciye devrimci teori de o kadar gereklidir. İbrahim Kaypakkaya’dan devrimin pusulası Marksizm-Leninizm’i kavramayı ve kılavuz olarak kullanmayı öğrendim. Yukarıda bahsettiğim ve benzeri konularda bilgilere ulaşmak isteyenlere bu belgeleri incelemelerini öneririm. O günün koşullarına uygun siyasi-taktik değerlendirmelere değil, meselelerin özüne ilişkin söylenenlere kulak verilmesini önemserim. Ardıllarının yaptıkları eleştiri ve özeleştirilerin de dikkate alınmasını salık veririm. Günümüzde bu düşüncelere erişme ve onları savunma kolaylaşmıştır. Fakat bu fikirlere taraftar bulma ve onlar etrafında örgütlenme daha da zorlaşmıştır. Burjuvazinin teknik üstünlüğü ve ideolojik ablukası sayesinde halkın çıkarlarını savunmak, bilinçlenmesini ve örgütlenmesini sağlamak önemli ölçüde engellenebilmektedir.

Pusulaya bakarak yeni yollar aramaktan başka çare var mıdır?

Mustafa Demir – 8 Mayıs 2021 – Berlin


Köşe yazıları, Avrupa Demokrat Yazı Kurulunun görüşünü yansıtmak zorunda değildir…


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑