Makaleler

Published on Mayıs 22nd, 2023

0

Hiçbir karanlık sonsuza dek sürmez! | İ. Metin Ayçiçek


…günümüz seçimlerinde de, bu konuda birbirinden hiçbir farkı olmayan iki sömürgeci ittifakın politik ortaklık programı, ne yazık ki, sömürgeciliğin acımasız sürdürülmesi konusunda bir ittifak anlaşmasının belgesi gibi çirkin bir içeriğe sahiptir…
… Hareketimizin devrimci hareketin saflarına katmaya çalıştığı önemli bir iddia, sanırım hepimizi etkiledi: “Tutarlı bir demokrat” olabilmenin temel şartlarından biri de, “anti-şovenist, anti-sömürgeci” olma ilkesi idi…

Önümüzdeki seçimlerin Türkiye’nin uzun süreli geleceğini kökten etkileyecek bir seçim olduğunu, muhalefeti de iktidarı da çok açık olarak biliyordu. Türkiye’de siyaset anlayışı ve siyaset kurumlarının eski değerlerinden neredeyse bütünüyle koptuğunu ve iktidarlar değişse bile, önümüzdeki en az bir-iki, on yılda toplumsal yapının kolayca çözümlenemeyecek sorunlarla boğuşacağını söylemek, sanırım yeni bir şey söylemek olmayacaktır. Ama hepimiz biliyoruz ki, “düzeltilmesi” arzulanan ülke Türkiye olunca, artık, düşünüp konuşmak gerekmiyor. Çünkü yaşadıklarımız yaşayacaklarımızın simülasyonu gibi.

Örnek mi istiyorsunuz? Beni yormayın, hemen bir ‘günlük gazete’ alın, ilk sayfasında sizin istediğinizden çok daha fazla sayıda örnek bulacağınızdan eminim.

***

Kürt halkının katliamlar ve asimilasyon uygulanarak yok edilmesi çabaları Cumhuriyet’in bütün süreci içinde ve akıl almaz vahşet örnekleriyle sergilenerek, kesintisiz sürdürülmüştür. Kürt halkının kimliğini bütünüyle yok etme politikasının adımları esas olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında atılmış ve 1938’e kadar kısa bir süre içerisinde gerçekleştirilen 19 katliamla, bu halkın kökü büyük oranda kurutulmak istenmiştir.

İşgalci-sömürgeci devletin görece bir özerkliğe bile izin vermemek konusundaki inadına sadık kalmak: Tek devlet, tek millet, tek dil faşist politikalarından ödün vermemek; bu doğrultuda bütün girişimleri yasal ya da yasadışı yöntemlerle örnekleyerek korku salmak… Kısaca, birçok halkın binlerce yıldır birlikte yaşadığı Anadolu-Mezopotamya topraklarında egemen olan sömürgeci Türk Cumhuriyeti’nin 1930’lardan itibaren açık açık ilan ederek, tek ulusa dayanan bir devlet kurma çabası, katliam ve sömürgeci zulmünde sınır tanımayan uygulamalarla, kimlik asimilasyonunu günümüze kadar sürdürülmüştür.

TC’nin Ermeni, Kürt, Rum, Asuri-Keldani, Süryani, Laz ve diğer halklara yönelttiği soykırım girişimi ve sömürge politikası, halkların en doğal hakkı olan özgürlük mücadeleleriyle insanlığın en değerli umutlarını da yaşatmışlardır. Örneğin Kuzey Kürdistan’da başlayan son özgürlük mücadelesi, artık Kürdistan’ın diğer parçalarında da özgürlüğün ışığı olmuş, sömürgeci katliamcıların kan gölüne dönüştürdüğü o topraklarda, halkların kardeşliğinin yeniden yeşerebileceğine yönelik umutlarımızı can pahasına korumuştur.

***

Lenin’in “sömürgecilik, boynumuza takılmış değirmen taşıdır” sözü özel olarak TC sömürgeciliğinde çok açık olarak doğrulanmaktadır. Türk toplumunun ahlaken ve vicdanen “insani değerlerinden kopuşunun” ve “sorgulama-düşünme” yeteneklerini büyük oranda kaybetmesinin biricik nedeni, sömürgecilik de ısrardır. Yani, “halkların, eşit haklarla barış içerisinde birlikte yaşama” hakkının gaspıdır. Dilinin, kültürünün gaspıdır.

İşte, bütün bu nedenlerden dolayı, Türkiye’de her seçimde gündeme gelen Kürt seçmen eğilimlerine yanıt olabilecek tercihler, programlar, aktiviteler ve elbette bu sorun üzerine biçimlenmiş ittifaklar, risk alarak, sömürgeciliğe karşı olan bir tutumun parçası olarak, Kürt halkının özgürlük talebinin bütünüyle yanında olmadıkları takdirde, hatta bu konuda hafif bir tereddüt göstermeleri halinde bile, sömürgeciliğe dayanak olacaklardır.

İşte günümüz seçimlerinde de, bu konuda birbirinden hiçbir farkı olmayan iki sömürgeci ittifakın politik ortaklık programı, ne yazık ki, sömürgeciliğin acımasız sürdürülmesi konusunda bir ittifak anlaşmasının belgesi gibi çirkin bir içeriğe sahiptir. Temel kurgu, Kürt halkının ve Anadolu-Mezopotamya topraklarında yaşayan diğer halkların özgürlüklerini ve kendi kaderlerini tayin hakkını gasp ederek kendi paylarını artırarak sürdürmek hırsıdır.

***

21 yıldır AKP iktidarının açıktan sürdürdüğü yolsuzluklara hırsızlıklara ilişkin ciddi bir tepki gösteremeyen muhalefet partilerinin yapamadığı teşhiri, devletin bütününün içinde yer alan mafya yapılanmaları belgeli, kayıtlı, tanıklı olarak görselden çırılçıplak teşhir etti. Bu, sıradan bir teşhir değildi. Sedat Peker’le başlayan muhteşem teşhir Muhammed Yakut ve Ali Yeşildağ ile devam etti. Cevheri Güven’den Erk Acarer’e, Enver Aysever’den İsmail Saymaz’a resmen intihar timi gibi bir ekip, kendilerini topun ağzına atıp, artık iyice kirlenmiş olan bu devletin, bu iktidarın bütün pisliklerini tek tek sergilediler.

“Cumhur” sözcüğü ile “demokrasi” sözcüğünün aynı anlama gelmediğini bilmeyecek kadar cahilleştirilmiş olan bir toplum, elbette hemen bitişiğinde yaşamakta olan İran İslam Cumhuriyeti’nin de demokrasinin hiçbir kuralını tanımayan bir “Cumhuriyet” olduğu gerçeği üzerine bir sorgulama girişiminde bulunmamıştır. Ve üstüne üstelik, Tayyip’in en zayıf olduğu bir pozisyonda bile, iktidar ikizi Millet Bloku’nun, Cumhur Bloku’ndan ciddi anlamda bir farkı olamayacağını da bir kez daha görmüş olduk.

Millet İttifakı adıyla bir araya gelen CHP, İYİ Parti, Demokrat Parti, Demokrasi ve Atılım Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi’nin oluşturduğu ittifak ile AKP, MHP, Hüda Par ve Türkiye’nin bunca zamandır bütün sorunlarının kaynağı olan temel sorunda görüş birliği içinde olduklarını açık açık deklare ediyorlar. Ama ne yazık ki, sosyalist soldan pek çok yoldaşımın yaptığı gibi, hemen teşhise başlayıp, “sol komünist, sol sapma, sekterlik hastalığı, dönemi anlayamamak” gibi iddialarla geçiştirmek; sistemle paralel önerileri günü kurtarmak için peş peşe sıralamak; yüz yıllık geçmişin ürettiği bütün kötülükleri “sol sekter olarak saptadıkları” düşüncelerin üzerine yıkmak gibi, bildik temalar üzerinde tartışıp duruldu.

***

“Seçim” gibi, iktidar değişimi yaratabilecek dönemlerde bu tür tartışmaların yoğunlaşması elbette doğaldır. Ama bu tartışmaları edebiyle gerçekleştirememek ise sanırım bize benzer toplumlara özgü bir karakter olarak daha sık öne çıkabiliyor.  

“Aklın yolu birdir” inadıyla ortaya atılan onca tezin sayısal çokluğu bile “aklın yolunun bir olmadığını” açık seçik sergilerken, “bu türden diktatoryal saptamaları” sürdürmek isteyenlerin inadı ise, Kürt halkının örgütlü gücünü yok sayan ukala bir egemen sınıf yandaşlığından başka bir anlama sahip olamaz.

“Tayyip iktidarının devrilmesi” komünist hareketlerin tek ideali olamaz. Sınıf perspektifinden kopmadan, ulusal sorunda doğru bir yaklaşım sergileyebilseydik belki de aynı sistemin “bu bizim kırmızı çizgimizdir” diyebileceği bazı sorunlarda başarı elde edebilmemiz mümkün olabilirdi. Konu üzerine bu kadar farklı düşünce üretmemizin nedeni ise, bu düşüncelerin Kürt halkının iradesini ne derece yansıtıp yansıtmadığını bilememekten de olabilir.

Ama biliyoruz ki, seçime katılan her iki büyük ittifak blokunun mevcut sömürgeci sisteme ilişkin düşünceleri temelde bire bir aynıdır. Ve biliyoruz ki bu ön kabul, Türkiye Cumhuriyeti’nde “yasallığın” da bir numaralı kırmızı çizgisidir. Aynı tez, işçi sınıfının sınıf iktidarını kurmak amaçlı mücadelemizde de devlet ve sistem güçleri tarafından karşımıza silahlı olarak çıkmakta, çıkarılmaktadır.

Hali hazırda, yaşadığımız coğrafyada özgürlükler ve bütün boyutlarıyla insan hakları mücadelesinde kendini ifade edebilen ve bu bilinci coğrafyamızda yaşayan bütün halkları kapsayacak bir içerik ve kapsamla ele alan birkaç komünist hareketin dışında en büyük güç açıktır ki Kürdistan Halkı ve onun örgütsel ifadesi ve iradesi olan illegal ya da legal örgütleridir.

TC ise, bölgede yaşayan Kürt, Asuri-Keldani, Süryani, Ermeni, Rum, Laz ve diğer halklarının özgürlük talebine kulağını kapatmış; bu özgürlük savaşının daha ilk adımlarında (ve “dünyanın demokratik devletlerinin” gözü önünde, ve üstelik sadece 2-3 yıl içinde, ve üstelik çok da üzerini örtme çabasına girmeden 17 bin 500 demokrat özgürlükçü yurtsever Kürt’ü TC’nin faili belli cinayetlerine kurban vermiş, üstelik TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun araştırmasıyla da bu bilgi resmî rapor haline getirilerek doğrulanmış olmasına rağmen, Kürt özgürlük hareketinin ilerleyişini büyük bir mutluluktur ki engelleyememiştir.

Bugün, sadece Kuzey Kürdistan’da değil, dört parçada da saygı duyulan bir harekettir artık Kürt Özgürlük Hareketi. Ve özgürlük mücadelesini sırtlayıp, en acımasız koşullarda bile dik durarak, sürdürüp büyüterek, günümüze kadar getiren bu halkın talepleri, toplumsal anlama sahip her platformda sahiplenilip, her günün temel gündemi olarak geliştirilmelidir.

Anadolu-Mezopotamya halklarının ortak sorunlarının çözümünde birlikte mücadelenin önemini görememek politik körlükten başka bir anlama gelemez. Ama “ortak mücadele” anlayışı da her konuda “mutlak birliktelikler” sağlamak anlamına gelmemektedir. Her siyasal hareket kendi varlık nedeni olan taleplerini gerçekleştirmeye çalışırken elbette benzeri talepleri de bütün boyutlarıyla düşünür ve değerlendirir.

***

Öncelikle, bu yazı, kendi mücadelelerini büyük fedakarlıklar karşılığında 40 yıldır başarıyla sürdürebilen Kürtlere yönelik bir yazı değildir. Onlar elbette geniş çaplı bir eylem alanında kendilerine özgü kararları kendileri alır ve uygularlar.

Elbette Türkiye sosyalist hareketinin de kendine özgü talepleri vardır. Ve Programlarının bütünü içerisinde başta Kürtler olmak üzere bu coğrafyada birlikte yaşayan diğer halkların ve inançların talepleri de program bütünlüğünü koruyarak yer alır.

Örneğin, binlerce gerillasını kaybeden Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin 40 yıldır önerdiği sıradan demokratik hakları bile kabul etmeyen sömürgeci TC’nin sivil Kürt halkını da hedefine koyarak sıkça gerçekleştirdiği hava ve kara saldırılarına eylemli olarak karşı koyup “sömürge Kürdistan halklarının” özgürlük talebini biraz daha rahatlatmak amacıyla anti-sömürgeci eylemleri artırarak, büyüterek Batı’da da geliştirmek böylesi programlardan biri olurdu.

İkincisi: Artık kendi tezlerimizi savunurken “denize düşen yılana sarılır” sözünde olduğu gibi, panik halinin ifadesi olan bir duygunun dışa vurumudur. Yenilginin, bütün ilkeleri bir kenara atan en kötü kabulleniş biçimidir. Ya da “teslim olma utancının üzerini örtmek” için kullanılan bir kölelik anlaşmasının kabulünü isteyen bir ikna sözüdür.

***

Türkiye’de, sömürgeci devletin uyguladığı politik-ideolojik araçlar ve yöntemlerle, ülke halkının önemli bir çoğunluğunun beyninin artık dumura uğradığını söylemek, kesinlikle yanlış bir saptama değildir. Bankaların iflas ettiği, açlığın işsizliğin dibe vurduğu günümüzde bile, 21 yıldır iktidarda olup tek başına ülkeyi yöneten bir diktatörü ayrı tutarak muhalefeti eleştiren bir yaklaşım, belki de Aziz Nesin’in söyleyemediği ya da nezaket gereği yüzde 60 olarak azaltarak söyleyebildiği o ünlü yüzde 92, bugün, kibiri düşünce yeteneğinin önünü kapamış olan egemen ulusun muhalefet ve iktidarını birbirine benzer kılarak, demokrasiye olmasa da sömürgeciliğinin bekasına ciddi bir destek sunmuştur.

Ne yazık ki sosyalistlerimiz içinde de böylesi eksik sorgulama örnekleri hiç tükenmedi.

***

Öncelikle tartışma yazılarımızda iddialarımızı kanıtlamak ya da ötekinin iddialarının Marksist-Leninist olmadığı iddialarını bolca kullanarak iddialarımızı kanıtlamak gibi aptalca bir inat içerisine girmemeye çalışacağım. Çünkü hiçbir zaman aklın yolu bir değildir! Böylesi bir anlayış sadece diktatoryal sistemlerin egemenliğinde halklara zorla dayatılabilir. Ve sanattan politikaya bilimden edebiyata her alanda düşünce dünyasının böylesine zenginlik yaratılabilmesini de aklın yolunun bir olmaması gerçeğine borçluyuz.

Bireyin yeni fikirler üretim zenginliği de ancak bu doğru ilkenin korunması ile mümkün olabilirdi. Parti Kararları dahil, bu türden tartışmalara kapalı olmamalıdır. Hitlerci anlayışlarla komünistler arasındaki en önemli farkın bu olduğunu iddia edebiliriz:

“Şu veya bu nedenlerle parti programı üzerinde fikir tartışmaları yapmak, davaya ihanettir. Ve Nasyonel Sosyalist fikir dünyasında bu tip münakaşalara asla izin verilmemelidir” diye yazmaktadır NAZI Partisi Programı’nın Giriş yazısında Gottfried Feder. Ve bunu Hitler’e dayandırarak ileri sürer: “31 Ağustos 1928 tarihinde Parti’nin Büyük Kurultayı’nda Başkanımız Adolf Hitler bilhassa üzerinde durarak şöyle konuşmuştur: ‘Partinin Programında yer alan ana fikirler üzerinde tartışma yapacak şahıslara tahammül edemem!’ Gottfried Feder Parti Programı’nın Giriş’indeki yazısına şöyle devam ediyor: “Ortaya koyduğumuz prensipleri tamamen benimsemiş olan şahısların bazı yan fikirleri olabilir. Bunlar, bu düşüncelerini asla öne sürmemelidirler!” (Program -Nazi Partisi Programı- Gottfried Feder. Milli Hareket Yayınları İstanbul. 1971. Sh. 9-10.)

Hayır, farklı düşüncelerin birbiriyle tartışması hatta yarışması fikir dünyasında bir kaos yaratmaz, tersine düşünce üretiminin dinamiğini oluşturur. Ve bu elbette büyük bir zenginliğin yaratıcı alt yapısıdır. Ama bu tür tartışmalarda tartışmacıların birbirini mat etmek yerine, birbirini anlamaya çalışmaları, konularda üretimi, düşüncede tutarlılığı düzenler. Tartışmalarda beliren benzerlikler ya da ortaklıklar saptanarak ortak hedeflere yönelik benzer tutumlar almak ya da kazanımları paylaşmak mümkün olabilir.

***

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri için Kürtlerin tavrının ne olacağı günümüz tartışmalarında sağlı sollu bütün hareketlerin göbeğine oturmuştur.

Ben Kurtuluş Hareketi içerisinden gelmiş ve bugün taşıdığım birtakım düşünceleri o günden kimliğime ekleyerek yaşamımın düsturları olarak taşımaya çalışan sıradan bir kişi olarak önümüzdeki sürece ilişkin şöyle düşünüyorum.

Hareketimizin devrimci hareketin saflarına katmaya çalıştığı önemli bir iddia, sanırım hepimizi etkiledi: “Tutarlı bir demokrat” olabilmenin temel şartlarından biri de, “anti-şovenist, anti-sömürgeci” olma ilkesi idi. Örgütsel tarihimizin en önemli “birlik” çalışmalarından biri olan Devrimci Eylem Birliği çalışmalarında, uzlaşma sağlanıp ortak afişler bile hazırlanmışken,  “bu birliği sağlamayı amaçlayarak” da olsa, söz konusu ilkemizi “dayatmayan” MK üyesi yoldaşımızın özeleştiri yaparak bu Birlik çalışmasından çekilmesi kararı, sonraki yıllarda aynı MK üyelerinden bazıları tarafından bugün “yanlış” bir karar olarak da tanımlanmaktadır.

“Ama bu olay geçmişte (1980) idi, bugünle ne ilgisi var?” diye güya şaşırmış gibi davranmamak gerekir. Örneğin, benim de hayranlarından biri olduğum Lenin’in, 1902’de Çarlık dönemi Rusya’sında yazdığı bir kitabın örgütlenmeye ilişkin düşüncelerini bugün bile aşmamış ya da aşamamış olan bir sol hareketimizin varlığı mıdır bunun bir nedeni acaba? Ezberlerimizi yenileyerek değiştirdiğimizi sanarak, günümüzde de bir yüzyıl öncesinin örneklerini kullanmaktan vazgeçemeyişimizi nasıl tanımlamak gerekir?

***

Kürt Özgürlük Mücadelesi, elbette içinden geldiğim hareketimizin de desteklediği haklı bir savaştır. Ama bu görev, biz komünistlerin sürdürmekle mükellef olduğumuz sınıf savaşımı sorununu yok saymak anlamına gelmemektedir. Kaldı ki ulusal bağımsızlığını kazandıktan sonra, kendi sınıf mücadelesini kendi içinde sürdüreceğini de sınıf mücadeleleri tarihinden bilmekteyiz. Daha ötesi, buna yönelik işaretler bugünden görünür düzeyde gelişmiştir.

Türkiye’de Anayasa ve yasalara uyumlu olarak kurulmuş yasal bir partiyi yok sayan, seçim kazanımlarına kolonyalistler tarafından kayyumlarla el konulan, üyeleri gerekçesiz olarak hapse atılan, parti binalarında öldürülen, seçilmiş milletvekilleri ve parti liderleri tutuklanıp yıllardır cezaevlerinde tutulan ve 6 milyonu aşkın bir seçmen iradesini yok sayabilen bir ülkede iktidar partilerinin bu uygulamalarına ses çıkarmayan, tersine bu faşist sömürgeci uygulamayı defalarca destekleyen bir ana muhalefet partisinden söz ediyoruz. Özgürlük düşüncesine sahip olan sıradan bir bireyin bile yapmayacağı bir uygulama olarak, TC’de dokunulmazlıkların kaldırılarak, Kürt vekillerin tutuklanıp cezaevine atılmasına gözlerini kapayan bir Muhalefet Partisi’nin demokrat olabileceğini düşünmek, akla ziyan bir davranış olabilir mi?

Yanıt için kimse kendini zorlamasın, yanıtı daha önce yüzlerce kez vermeye çalıştım ama nafile! Muhalefet ittifakının, iktidar ittifakından farkının çıkar alanları ve ses tonları olduğu bir ülkede yaşadığımızı, Cumhur ittifakının da Millet ittifakının da bileşiminde görmekteyiz zaten.

Eğer iktidar şiddeti, yani sopayı temsil ediyorsa (ki öyledir), onun yontulmuş muhalefeti ise sömürgeci taktiklerin ‘havuç’ formundan öte bir anlama sahip değildir.

Ben HDP-YSP’li Türk kökenli bir komünistim. Anadolu-Mezopotamya halklarının bütününün özgürlük mücadelesinin zaferi için, bu kez, vicdanımın yuvası olan “bağrıma” taş basmak istemiyorum. İki kötü arasından birini tercih ederek devrimci ahlakımı kirletmek yerine, Kürt halkı ve Türkiyeli komünistlerle devrim uğruna birlikte savaşmaya devam ederek, geleceğe karınca kararınca katkı sunmaya devam edeceğim.

Açıktır ki gelecek, Kürdistan topraklarında sürdürülen sömürgeci katliamlara bir süre daha tanık olacaktır. Ama yine çok açıktır ki, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ne olursa olsun kazanacaktır. Çünkü biliyoruz ki hiçbir karanlık sonsuza dek sürmez!

Biliyoruz ki mücadele “yaşamın” varlığının en önemli belirtisidir! Anadolu-Mezopotamya Halkları yaşıyor ve yaşamaya devam edecektir! Sömürgecilikte ısrar edenler ise, boyunlarına geçirdikleri bu değirmen taşıyla, gittikçe daha fazla çökmektedirler. Ve sistemleriyle birlikte çökmeye devam edeceklerdir.

Ahlâken çoktan bittiler, ama biliyorum ki, kan ve zulümle sürdürdükleri iktidarları onları da boğacaktır! Hitler’i, Mussolini’yi ve benzerlerini cezalandıran irade, Anadolu-Mezopotamya topraklarının bütününde yeşerip boy atacaktır.

Bu bir dilek değil, on binlerce kahramanın kanıyla yazılmış bir geleceğin tanımıdır!


İ. Metin Ayçiçek – 22.05.2023

Tags: , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑