Makaleler

Published on Nisan 8th, 2023

0

Değinmeler -2 | İ. Metin Ayçiçek


Açıkçası her iki ittifaka da oy vermeyi düşünmedim hiçbir zaman… Onlar birbirine zıt kardeşler değil, bir cismin aynadaki görüntüsü kadar ikizdirler olmaktan öte bir farka sahip değildi…

İktidar hırsıyla kuşatıldığı için çalışamayan bir beyne sahip olsa bile, sıradan bir insanın da görebileceği gibi, bu ülkenin üç temel sorunu çözülmeden asla huzur içinde geçecek bir gün üretilemez. İnatlaşmak yerine tarihi doğru okumaya çalışarak sor da ücretsiz olarak sana yardım edeyim Tayyip. Ücretsiz olarak diyorum, çünkü sen kurduğun bu soygun sisteminde rüşvet almadan selam bile vermezsin. Yediğin ve çocuklarına, torunlarına yedirdiğin her şey haram.

Bin yıllardır bu topraklarda yaşayan kadim halkların sonradan olma bir ulus kimlik içerisine sıkıştırılarak yaşamaya zorlamak; “tek ulus” yaratılamayacağını öğrenmiş olmanız gerekir artık. Bu hakkın, içerdiği bütün boyutlarıyla özgürleştirilmesi, öğretilmesi, geliştirilmesi yasaklanamaz, pazarlık konusu yapılamaz. Kendi etnik kimliğini diğer bütün kimliklerle eşitleyerek sahiplenebilmeleri, kullanabilmeleri ve geliştirebilmeleri için verdikleri mücadele kesinlikle haklı bir mücadeledir ve bu nedenledir ki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin günümüze kadar sürdürdüğü acımasız saldırı ve katliamlara rağmen yok edilememiş, tersine bölge düzeyinde yaygınlaşabilmiştir.

40 yıldır, dünyada ilk 10 arasına giren “muhteşem” Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ünlü Genel Kurmay Başkanları göreve başladıklarında ilk vaatleri “terörü en fazla üç beş ayda bitireceğiz” olmuştur. Oysa Kürt özgürlük mücadelesi bu ceberut sömürgecilere karşı mücadelesini adım adım geliştirmeyi büyütmeyi başarabilmiştir.

Egemenlerin çocukları gemicikler satın alıp filolar kurarken, bütünü yoksul halk çocukları olan zavallı genç askerler, artık ayağa düşmüş olan “şehitlik” müjdesiyle ödüllendirilerek ailelerinden koparılıyorlar. Ve haklı davalarını inatla sürdürmekte olan Kürt halkının özgürlük mücadelesi, kendilerine yönelik olarak ısrarla sürdürülen katliamlara rağmen gittikçe daha çok büyüyüp daha çok örgütlenerek, artık yaşadığımız coğrafyada “ulusal varlıklarının inkârına izin verilmeyeceğini” , varlıklarının sadece bölgesel değil uluslararası ilişkilerin bütününde de dikkate alınması gereken bir güç olduğunu kanıtlayarak göstermiştir.

Yüzlerce kez gerçekleştirilen katliamlara rağmen, binlerce can alarak bitirilmeye çalışılan bu haklı mücadeleyi bastırabilmenin mümkün olmadığı artık anlaşılır olması gerekirdi. Bu amaçla katliamları artırarak herhangi bir başarı üretebilmenin mümkün olmadığı tartışma kabul etmeyecek kadar net sergilenmiştir. Ve daha kötüsü, Ortadoğu’da hızla gelişmekte olan farklı ittifaklar, kurulmakta olan farklı cepheler, eskisinden farklı olarak bugüne kadar gerçekleştiremediğiniz hedefinize artık eskisinden çok daha fazla bedel ödeyerek bile ulaşamayacağınız bir noktaya gelmiştir.

Kürt Özgürlük Mücadelesi kanıtlamıştır ki kimlik haklarının bütünü özgürleşmeden bu kan durmayacaktır. Ve bu talep haklı bir talep olduğu için, dünya halkları da giderek daha fazla destek vereceklerdir.

***     

İktidarın iki partisi yanlarına cinayet örgütü Hüda-Partisi’ni yani Hizbullahçıları da alarak gerçekten Cinayet Örgütü rolünü tekrar üstlenmiştir. Cumhuriyet İttifakı ağaları, ülke içinde de çevre ülkeleriyle de savaş ve gerginlik politikasını sürdürerek “güçlü devlet” imajını diri tutmaya çalışacaktır. Oysa bu politika ile, özellikle Ortadoğu’yu talanla tüketmeye çalışsa da sonunda kendi ülkesini açlığa mahkûm edecek düzeyde güç kaybetti.

Yenilik iddiasıyla iktidar olmaya çalışan Millet İttifakında Türkiye’nin en büyük sorunu olan Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki taleplerine ilişkin bildik sömürgeci devlet suskunluğu dışında hiçbir şey yok. Çünkü her iki blokun gelecek önerileri de hem bu devletin ekonomik-politik temellerinin korunması konusunda, hem de sömürgecilik sersemliğinin bekası konusundaki inadı bakımından temel politik yönelişleri aynıdır.

Politikayla ilgilenen her kişinin bildiği ünlü oyun yeniden sahnelenmiştir: “Sopa ya da havuç!” Yani, “devletin bekası için geliştirilen iki temel yönetme biçimi. Koşullara bağlı olarak uygulanan iki yönetme biçiminin nöbet değiştirme eylemi! Belki de “boş ver, Milleti falan…” diye başlayan ve milleti sinkafla ödüllendiren “Beşli Çete” söylemi, yerini, “Altılı Çete” eylemine bırakacaktır. Yani devletin bekası sorunu! Yani sömürü sisteminin ve onun koruyucusu olan mevcut demokrasisiz “cumhuriyetin” devamının sağlanması için hırsızın kıyafet değiştirerek bir süre daha görünmez kılınması operasyonu…

***       

Türkiye seçim öncesi çok zor koşullar yaşadı. Deprem ve sel çok sayıda can aldı. Ve depremin ikinci-üçüncü günü bile devlet deprem alanında yoktu. Ama küfürbaz bir sokak kabadayısı, henüz yıkıntılar altında kalan on binlerce insanın bedenleri soğumadan, bu devlete vergi veren, askere giden, hizmet gören ama bir depremde sadece yaşamı boyunca hayalini kurduğu iki göz oda evi yıkılmış olan, çocukları ya da yakınları deprem altında kalarak ölmüş olan milyonlarca insanın “eyy onca vergi ödeyip beslediğimiz devlet baba, yardıma gelmekte neden geç kaldınız?” eleştirisine bile tahammül edemeyip hakaret eden bir saraylı şöyle höykürüyor:

“İşte çıkmış bir tanesi ‘Kızılay nerede’ diyor! Be ahlaksız, be namussuz, be adi! Günde yaklaşık 2,5 milyon insana bu Kızılay yemeğini ulaştırıyor!”

Bir genç kadın, bir anne, iki gözü iki çeşme ağlayarak yayıncının mikrofonuna sesleniyor: “Ben, ikinci gün akşamı çocuğuma mama çaldım!” 

Milyonlarca insana böyle hakaret edebilme cüretini gösteren kişi ülkenin Cumhurbaşkanı. Onun hakkında hakaret davası açılmadığına göre, demek ki böylesi bir hitap suç değil!

O halde aynı sözleri biz de kullanabiliriz:

Sahi, ‘Kızılay’ neredeydi o saatte? Neredeydi be ahlaksız, be namussuz, be adi!

Be yalancı, be sahtekâr, be aile boyu hırsızlık şebekesi!”

***       

Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli sorununun sömürgecilik olduğunu yüzlerce kez anlatmaya çalıştık ama malûm NAZİ yasalarıyla suçlandık. Ne demişti Lenin: Sömürgecilik, boynumuza takılmış değirmen taşları gibidir!” Evet, başka bir halkı sömürerek varlığını sürdüren bir ulus özgür olamaz! Mahkumla birlikte gardiyanın mekânı da cezaevidir.

Kürt halkını kendi topraklarında tüketmek istedik. Fuzuli mi demişti, “selam verdik ‘rüşvet değildir’ diye almadılar” misali, onca zulmettiğimiz bir halk, özgürlüğü için savaşırken bile “özgür ve her alanda eşit koşullarda birlikte yaşam” istediği için yaklaşık bir asırdır en ağır zulümlerle katlediliyor. Özgürlük Kaf Dağı’nın ardında ve Kaf Dağı çocuk masallarında.

Ve çocuklar Maraş’ta, Hatay’da, Adıyaman’da ve 10 ilde yaşanan devlet katliamının katlettiği canlar enkaz altında ya, devasa büyük demirden dişleriyle betonu yırta yırta gelecek!

Hatay… Neredeyse iz kalmamış yerleşim yerlerinde. Depremin öldüremediklerini bu devlet öldürecek. Henüz devlet ihmalinden yararlanmak için rüşvet çarkını döndürerek hep kazanan haramzadeler Hatay’da konuşuyordu:

“Bazı haysiyetsiz -açık konuşuyorum- namussuz kişiler kampanya yaparak ‘Hatay’da biz asker göremedik jandarma göremedik, polis göremedik gibi yalan yanlış iftiralar atıyor” diyerek, çocuğunun enkaz altından gelen sesini duyan annenin acılı şikayetini “namussuzluk” olarak adlandıran bir namussuza ne denir?

Nasıl olur da bir cumhurbaşkanı bir ülkenin vatandaşlarına böylesi hakaretler edebiliyor. Hakaret yasalara göre suçsa, Cumhurbaşkanı bu yasalardan muaf tutulma hakkını nereden alıyor? Yanıtı belli: “Edepsizliğinden, düşkünlüğünden, çürüklüğünden.” Ve en önemlisi: Korkusundan! Evet korkusundan. Gezide bir markette, konserve kutuları arasında bir rafa ilişip, büzülüp kalmıştı. Muhteşem bir fotoğraftı. Deprem bölgesinde de kızgın vatandaşları arasında yer alıp umut vermek yerine, bir konteynırda saklanmıştı galiba? Macbeth! Ellerine bulaşan onca insan kanı, tıkanırcasına yediğin o yetim hakkı seni her adımda korkudan kahredecek. Biliyorum bunu, Senin hak hukuk tanımayan zalim iktidarında zulme uğramış, mal varlığı gasp edilmiş, onuru kırılmış onca insanın nefreti sana, aile boyu soygun şebekene ve senin belki on göbek nesline yetecek kadar korku tattıracak, biliyorum. Ve sanma ki tarih kitapları bu yirmi yıllık iktidar için yirmi sayfa ayıracak. Hayır, iki cümle sizi tanıtmak için yetecek:

“Bu dönem ülkenin İran’a satıldığı; rüşvetin ve haksız gaspın zirve yaptığı, devletin bir hırsızlık şebekesi haline dönüştürüldüğü bir utanç dönemi idi. Ve bu dönem, “anayasal bir zorunluluk olarak istenen üniversite diploması olmayan bir yasadışı cumhurbaşkanının, ana muhalefetin de zaman zaman direkt ve çoğu zaman dolaylı desteğiyle iktidarda tutulduğu en karanlık bir dönem” olarak tarih kayıtlarına geçecektir.

***

Açıkçası her iki ittifaka da oy vermeyi düşünmedim hiçbir zaman. Benim tercihim Parlamento için elbette barışın, özgürlükçü eşitlikçi demokrasinin, savaşın karşıtı, halkların birlikte barış içinde bir arada yaşama mutluluğuna sevdalı insanlardır. Çünkü onlar devleti korumak için insanı öldürmeye hazırlar. Ben “Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen, dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet” diyerek, HDP’li seçilmiş milletvekillerini meclisten attıran; seçilmiş belediye başkanlarından HDP’li olanları bütün yasalara aykırı olarak görevinden alan ve yerine kayyum atayan Erdoğan’a destek olmayı görev bilerek fırladılar sahneye. Onlar birbirine zıt kardeşler değil, bir cismin aynadaki görüntüsü kadar ikizdirler olmaktan öte bir farka sahip değildi.

***

Çözüm bekleyen üç temel konu demiştim. Evet, ilki, Kürt özgürlük hareketinin özgürlükler ve kimlik talebi kabul edilmelidir. Üstelik bu talep Kürt halkının ayrılma isteği üzerine değil, eşit kimliklere sahip olarak eşit haklarla birlikte yaşamak olarak talep edilmektedir.

İkincisi, Anadolu-Mezopotamya topraklarında din ve inançların çokluğunu sorun olarak görmeden, hepsi özgürleştirilip, maddi olarak da korunmalıdır. Alevi halkının cem evlerinin tanımı, niteliği, o halkın kendisi tarafından belirlenmelidir.

Ülkemiz topraklarında, Türkiye halklarının yaşadığı bütün sorunların birinci dereceden nedeni, açıkça görülmekte olan “TC’nin Osmanlı’dan devraldığı sömürgecilik” sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun politikanın gündemine girebildiği dönemlerde toplumun bütün renklerinde beliren özgüven, geleceğe en az kaygıyla bakabilme ruh halinin sonuçlarından sadece bir tanesi olduğunu söylemek yeterlidir sanırım. “Kürt sorunu” güncel yaşamda kendisini şu veya bu tarzda dışa vurduğunda, “biz bu ülkeyi birlikte yaşattık” iddiasıyla ama egemen ulusun ortaya attığı “halkların birlikte yaşamı” üzerine dayandırılmış söylemlerle yapılan savunmalar, bir aldatmacadan başka bir şey üretemiyorsa, sorunu yeniden masaya yatırıp yeni çözümler aramak gerekirdi.

Oysa bu sorunun hemen algılanmasının zorlaştırılması, “Kürt sorunu” olarak formüle edilmiş yanlış bir tanımla başlayan ve bilinçli olarak üretilmiş bir algı yönlendirmesi ile gerçekleştirilmiştir. Çünkü neredeyse bir asırdır yaşanan ve son yarım asırda kesintisiz olarak (ve tersine daha da büyüyerek) bugüne kadar sürebilmiş olan bu kanlı süreç, bir “Kürt Sorunu” değil, farklı halklar, inançlar, kültürlerin birlikte yaşadıkları bir coğrafyada tek ulusa, tek inanca, tek dile, tek kültüre dayandırılmış bir sömürgecilik sorunudur.

***

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, yoksul halkın boğazından kesilerek gasp edilerek toplanan bütçesi toptan kaldırılmalıdır. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın devlet kurumları arasında yeri olmamalı, kendi alanında bir danışma meclisi gibi tanımlanmalıdır.

Ve üçüncüsü, Cumhuriyet sadece seçimle iktidar olunmayı tanımlar. Oysa bu seçimin de, seçilmiş olanın bağlı kalması gereken kuralların da; bu kuralların zeminini oluşturan değerlerin de toplumsal konsensüsün sağlanacağı demokratik yöntemlerle oluşturulmalıdır. Demokrasi, her şeyden önce kendini örgütlemelidir. Özgürlük vermek değil, özgürleştirmek hedeflenmelidir. Unutmayalım ki bugün İran’da da bir Cumhuriyet yönetimi vardır. Ama yine biliyoruz ki, bu, demokratik bir cumhuriyet değildir. Zira, demokratik bir politik organın en belirgin özelliği herkesin temsilini gerçekleştirmek olmalıdır.

Elbette farklı düşünen yoldaşlarımızı “seçim ittifakları” üzerinden ortaya çıkan farklı öneriler üzerinden tanımlamak asla düşünebileceğim bir şey olmadı. Ama, bu kez bire bir katıldığım bu karara ilişkin düşüncelerimi en dar boyutta da olsa biraz açmak istiyorum.

Artık uzun uzun anlatmaya çalışmayacağım: En azından benim kuşağım, karınca kararınca da olsa, katledilme pahasına bu konuda bir açılım yaparak sorunun kaynağını göstermeyi sürdürebilmiştir. Ne yazık ki egemen Türk halkının “sömürgecilik” nedeniyle kazanabildiği nispi refah düzeyini kaybetmek istememesi, sadece maddi kaynakları tüketmekle kalmamış, manevi denilen değerler sistemini de neredeyse kökünden tüketmiş ve bu alanı zehirlemiştir. Açıktır ki bu zulmün, sömürünün, gaspın ve halk kitlelerinin egemen ulus içerisinde de tahammül edilemez boyutlara tırmanmış olmasının tek nedeni, bu sömürgeci sistemin şu veya bu pahaya da olsa sürdürülmesi çabası ve inadıdır.

Ama bu süreç, “zulmü, soygun ve talanı görmezden gelerek yaşam olanaklarını en alt seviyede olsa sürdürebilme” çabası, açıktır ki, Türk halkının da büyük bölümünün değer sistemlerini tarumar etti, zalimleştirdi, toplumsal güvenlik mekanizması olan ahlaki değerlerini ve inanca yönelik düşüncelerini kökten kirletti. Bugün ülke topraklarında dini temsil eden “Diyanet İşleri Başkanı” adıyla bir “unvanı” taşıyan bir alçak, kendisine cennetin (rüşvetin) kapısını sonuna kadar açan bir iktidarın hırsızlığını, yolsuzluğunu, sapıklığını, zulmünü ve hatta çocuklara yönelik cinsel saldırıyı meşrulaştıran fetvalar verebiliyorsa ya da bu tür uygulamalara gözünü kapatan şerefsizleri görmezden gelebiliyorsa… İşte size Cehenneme ateş olacak sonsuz bir kaynak.

“Bir yandan sevgi dini olarak tanımladıkları inancı iktidar aracı olarak katliamlarla donatan, dünyevi ihtirasların satıcısı bir cüppeli.

Öyle bir çağa girdik ki, İslâm’ın en büyük gücü olmakla övünen ama çok çok büyük kısmı açlık içerisinde yaşamaya mahkûm edilmiş bir ülkenin, memur statüsündeki ama son model zırhlı iki Mersedes’e sahip olan dinî lideri; üstelik, başkalarına öğretilmesinin her Müslüman için “farz” olduğu bir dinin, büyük çoğunluğu yoksul olan halktan gasp edilen gelirlerle lüks içinde yaşarken…

Evet, “gasp edilen”… Çünkü İslâm’ın parayla yapılan bu memurluğun hizmeti sadece Müslümanlara sunulurken, bu topraklarda vergi mükellefi olan farklı inanç gruplarından da aynı vergiyi alarak paralı görev yapan…

Din ya da mezhep ayrımına dayanmadan devlet eliyle herkesten rızaya dayanmadan servet içinden aktarılan bir maaşla çalışan “devlet görevlisi” (Diyanet İşleri Başkanı.)… Yani bildiğimiz türden bir haramzade! Mafya çetelerinden farkı, ateşli silahlar yerine insanların din duygularını silaha dönüştürmüş olması.

Mahzuni Şerif geldi aklıma yine (Aslında sevgili Mapusane arkadaşım Mahzuni’yi hiç unutmadım ki aklıma gelmiş olsun) : Yuh yuuh soyanlara … Soyup haram yiyenlere… Ne güzel söylemişti: “Erim erim eriyesin!”  

Ve o dönemde imamlar sadece eşitlik özgürlük, halkların kardeşliği için savaşırken idam sehpasına gönderilen onca yoldaşımıza darağacı altında (üstelik reddedeceğini bildiği halde) “talkın” vermek için giden imamlara… Yuh yuuuhh!

***       

25 Ağustos 2022 tarihinde kurulan Üçüncü İttifak yani EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI “Sopaya da Havuç’a da hayır! Biz varız. Biz özgür iradenin sesiyiz” diyerek çıktı ortaya. Evet, bir kimlik siyasetinin peşine düşmüştü bu “biz varız!” çığlığı.

Hayır, artık bir gün öncesine kıyasla düne emperyalist-kapitalist sistemin sömürgeci devletin Kürt halkından söz etmiyorum.

Erdoğan, “Bay Kemal’in HDP’den alacağı destek sonrası yapacağı iş bu ülkeyi terör örgütünün ajandaları içine sokmaktır. Demirtaş hüküm giymesi gerekenden henüz hükmünü almadı. 4 yıl 8 ay gibi bir süreci yaşıyor. Asıl hüküm giydiğinde o zaman bunları konuşamayacaklar” dedi.

Erdoğan, “Bir taraftan bu süreç de çalışıyor. Şu an bunun da takipçisiyiz. Dağdakiler ne yapıyor? Açıklama yapıyor. Dağdakiler bunu hangi rehavet ile yapıyor. Devamlı toplumu bu şekilde bilgilendiriyorlar. Bu dağdaki teröristlerin beyanları ile toplum adeta yanlış istikamete yönlendiriliyor” ifadelerini kullandı. Yani Demirtaş’ı yeni cezalarla tehdit ediyor.

Bu adam Türkiye’den başka bir ülkenin cumhurbaşkanı olabilir mi? Nasıl mümkün olabiliyor bir cumhurbaşkanının tutuklu bir siyasal parti başkanını yeni cezalar ile tehdit edebilmesi.

Macbeth miydi o geceleri uyuyamayan Kral? Hani şu iktidar için ellerine kan bulaşmış olan muktedir! Hani şu öldürdüğü insan kanına bulaşmış elini sürekli olarak yıkamasına rağmen elini kanlı gören delirmiş insan taslağı! Ya da iktidar olmak için her türlü ihanet ve hileyi yapabilen bir hasta beyin? 1500’lü yılların zalim Tayyip’i!


İ. Metin Ayçiçek – 08.04.2028


“Değinmeler-1 – İ. Metin Ayçiçek” için tıklayın

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑