Makaleler

Published on Nisan 7th, 2023

0

Değinmeler -1 | İ. Metin Ayçiçek


Bir seçim öncesi vaatler ve hamaseti dışlayarak düşünürsek göreceğiz ki, söz konusu iki büyük ittifakı oluşturan renklerde, Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin çözüm umudu yaratabilecek hiçbir tutarlılık yoktur. Bildiğimiz “ -ceğiz, -cağız” edebiyatı. Ama bütün sorunların çözümüne açılan kapıyı görmezlikten gelerek ara yollara dalıp iz karıştırmaya çalışmışlar.

Uzun zaman oldu yazmayalı. Birkaç kez denedim, sonra vazgeçtim. Değişik konular üretmeye çalıştım beynimi tüketen sorulardan sorunlardan uzaklaşabilmek için. Kalem bildiğini okudu sonuçta.

Eğer herhangi bir ülkenin cumhurunun (halkının) başkanı hırsız, katil, yalancı, küfürbaz, zalim, hilekâr, ahlaksız, şerefsiz ise (ki bence bu sıfatlar bazıları için az bile), ve o, çağımızda bir ülkede seçim ile o makama gelebildiyse; hatta böylesi bir cumhur böylesi bir sapkını “reis” olarak seçtiyse…

Nazııım !  Nazııım ! Büyük şair!!!

Seni farklı nedenlerle defalarca eleştirsem de, bir şair olarak büyüklüğünü hep kabul ettim! Bir şair olarak seni dünya bağrına basarken, sana sırtını dönen Türk halkını çok iyi tanıyordun ve nasıl da güzel anlattın “halksever” görünümlü okumuş cahillere, cehalet batağında kaybolmuş bir halkı!

Elbette bir halk başka halkları ezmekle kahraman olamaz, ama haramzade Osmanlı sultanlarına bir Varidat’la karşı çıkıp, onbin yiğidiyle asılmayı göze alan, ekmekte ve hırkada eşitliği  taç edinen Bedreddin ve Ortakları gibi; Bolu Beyinin zulmüne isyan eden Köroğlu ve yoldaşları gibi; bir telli sazıyla “ben dönmezem yolumdan” inadıyla Hızır Paşaları tarihin zindanlarına gömen Pir Sultan gibi; Baba Ishak’lardan Kaypakkayalara, Deniz Gezmişlere, Mahir Çayanlara, Necdet Adalı ve Erdal Eren ve inadına “yârin yanağından gayrı her şeyde ortak” diyerek yola çıkıp, dünyanın kara kaderini değiştirmek için can vermiş onca yiğidi bağrında taşıyan Anadolu halkına ne oldu ki son yüz yıldır kendi diktatörlerinin kanlı satırlarını yalamaktan usanmadılar. 

“Akrep gibisin kardeşim,

korkak bir karanlık içindesin akrep gibi (…) 

Koyun gibisin kardeşim,  / 

gocuklu celep kaldırınca sopasını  /

sürüye katılıverirsin hemen  / 

ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.  // 

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,  /

hani şu derya içre olup  / 

deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.  //

Ve bu dünyada, bu zulüm  / 

senin sayende.  //

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer /

ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak  / 

kabahat senin,  — demeğe de dilim varmıyor ama —

kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

ééé

Sevgili Aziz Nesin de demişti, ama biz burnumuzdan kıl aldırmayan bir toplumuz, linç etmek istedik o değerli insanı. Oysa

o yazıyı okumadan, o sözü sahibinden duymadan yorum yapabilen, hatta sözün sahibini kendince yargılayıp infazı da kendi yapmaya kalkan bir toplum. Aziz Nesin’in o sözündeki eleştiriyi göremeyecek kadar cahil olduğu için, onun yüklediği anlamı anlamayıp, onun kastetmediği bir şeyi tartışarak, onun iddiasını bir kez daha kanıtlayıp, “kendi gerçekliğini” sergilemiş oldu.

Aziz Nesin’in yıllardır tartışılan “Türklerin yüzde 60’ı ahmaktır” sözü, “demokrasi” kültürü olmayan bir halkın, zalim bir diktatörlüğe karşı hiçbir zaman doğru dürüst yaşayamadığı özgürlükler konusundaki cehaletini, korkaklığını sergilemekten başka bir amaca yönelmemişti. Aziz Nesin’in o sözünün gerçeğini, anlamını, amacını, hedefini öğrenmeden ya da anlamadan saldırıya geçenlerin ahmak olarak tanımlanması ise Aziz Nesin’in efendiliğinden dolayı hayli hafif kalan bir saptamadır.

Şimdi o yılları biraz hatırlayalım: Vatandaşlarının 50’sini idam etmiş, on binlercesini en ağır işkencelerden geçirerek cezaevine tıkmış, cezaevlerinde ya da çatışmalarda 400 civarında insanın ölümüne neden olmuş, 1,5 milyon insanı sorgudan geçirmiş, yüzlercesini işkencede öldürmüş bir Faşist diktatörlüğün kalemiyle hazırlanmış 1982 Anayasa Referandumu yüzde 92 evet ile kabul edilmişti.

Referandumdan yıllar sonra İzmir-Torbalı’da düzenlenen şenlikte Müjdat Gezen, İlhan Selçuk ve Aziz Nesin birlikte “mizah” konulu bir panele katılır. Konuklardan biri Aziz Nesin’e “Nasrettin Hoca’nın torunları olarak zeki insanlarız değil mi?” diye bir soru sorar. Nesin, soruyu: “Yüzde 60’ı aptaldır” diye yanıtlar. Ve salondan büyük alkış alır. Demek ki bu saptamada yalnız değildir.

Ve sözün bundan sonrasını Müjdat Gezen’e bırakalım:

“Kuliste kendisine sordum, neden böyle bir şey söylediğini. O da: ‘Evladım, yüzde 92 diyecektim, dilim varmadı’ dedi. O zaman referandum yapılmıştı ve oy verenlerin yüzde 92’si faşist general Kenan Evren’e oy vermişti. Bu söz oradan kaldı.”

Ama sadece bir tanıkla yetinmeyip, o tarihte Hürriyet Gazetesi’nde çalışan Nuriye Akman’ın röportajına da göz atmak yararlı olacaktır:

N.Akman: “Popülist bir yazarsınız. Sözleriniz bir bozgun yaşadığınızı düşündürüyor.”

A.Nesin – “Bu demek değil ki Türk halkını sevmiyorum ve bütün Türkiye aptaldır. Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk sağlıklı besleniyor mu? Protein alıyor mu? Domuz eti yiyor mu?”

N.Akman: “Zeki olmak için domuz eti yemek şart mı?”

A.Nesin – “Et yemek şart. Ama domuz yerse akıllılık eder. Çocukluğumda dinsel şeylerden etkilenmişim, ben de yiyemiyorum.”

N.Akman: Size “Bu halk enayidir” dedirten gerçek şey ne?

A.Nesin – Şirketlerde yüzde 51 hisseyi elinde tutan egemendir. Bunu kabul eden bir millet, yüzde 60’ı enayi olan bir millet için aynı kanıyı kabul etmeli.

N.Akman: 77 yaşındasınız. Bu duyguları taşımanızda nasıl bir mizah unsuru buluyorsunuz?

A.Nesin – Bir annenin çocuğu geri zekâlı olsa ne yapar, hayatını ona adar. Ben de aynısını yapıyorum işte.  

İşte Aziz Nesin bu idi: Yaşamını, zihinsel özürlü çocuğunun yaşamına adamış bir kahraman.

Onu ve kendi gibi özgürlüğe sevdalı dost ve yoldaşlarını diri diri yakmaya çalışan zekâ özürlü bir halkı buna rağmen sevebilen bir deli yürek! 

Bir halkın yüzde 92’si, kasabın bıçağında kendi kanını yalar da, kasaba şükreder ve üstüne üstlük bir de “Allah başımızdan eksik etmesin” derse, bu davranışı “ahmaklık” ya da “aptallık” olarak da değil, kişisel çıkarlar uğruna göz yumulabilen bir alçaklık olarak tanımlamak gerekir.

ééé

“Konu konuyu açar” deyip Aziz Nesin’in cesaretine sahip bir başka güçlü eleştiriden söz etmemek olanaksızdır : Bertol Brecht.

Hatırlayınız lütfen: “Yeni Anayasa” tartışmalarının başladığı dönemde Tayyip’in “yeni anayasayı hazırlama” görevini verdiği hukuk Profesörü Burhan Kuzu’nun, Türkiye’de ağırladığı uluslararası uyuşturucu şebekelerinin İranlı baronuna kendi partisinin kadın kollarında başkan olan bir genç kadını gece partneri olarak sipariş etiği gazetelerde de yayınlandığı halde, ulusal onurunun zedelendiğini en yüksek sesle dillendirmeden kabullenebilmiş düşük kimlikli bir toplumdan söz ediyoruz. 6 yaşındaki bir kız çocuğunun “İslami kurallara uygun evlendirildiğini” öğrenince, o nikahı kıyan o şerefsiz İmamı, koca olan o şerefsiz sapığı, buna izin veren o şerefsiz ana baba ya da cemaati taşlamayan bir insanın ahlâkından, imanından, şerefinden söz etmek mümkün müdür? Bunu bilip de susmak nasıl alçakça bir ortaklık olur, düşünülebilir mi? Hepsine yuh olsun!

Ve bir ülkede, adil ya da ahlaki olmayan bu tür uygulamaların kaynağı olan bir iktidarı savunan tek bir kişi bile olsa, o ülkenin “temiz” bir ülke olduğunu söylemek mümkün müdür? Asla!

İşte Nazım Hikmet de, Aziz Nesin de en az Bertol Brecht kadar büyük bir yurtseverdir. Ve bu nedenle, kendi halkını eleştirirken elbette görebildiği her şeyi dillendirecektir.

Brecht, Nazizm ve Hitler çılgınlığının Alman halkını tüm hücreleriyle ele geçirdiği bir tarihsel dönemde (1938), Skovsbostrand’daki evinde, konuğu Walter Benjamin ile birliktedir. Ve bu büyük şair, dostu Benjamin’le Goethe üzerine konuşurken öfkelenerek şöyle der:  Almanlar boktan bir halktır. Hitler’den hareketle Almanlar hakkında bir genelleme yapılamaz demek doğru değil. Bende de kötü olan ne varsa Alman’dır.

Keşke Türkiyeli aydınlar da Brecht gibi cesur çıkabilselerdi kendilerini tanımlarlarken. Cumhuriyetin ilk 20 yılında 18 katliam yaşatılan mazlum Kürt halkının çığlığını onlardan dinleyebilselerdi. Ya da “ama, onlar da devlete karşı isyan etmişlerdi” yalanıyla Ermenilere yönelik soykırımı gerekçelendiren “aydın” tanımlı ırkçıları dinlemek yerine, Ermeni halkını dinlemeyi becerebilselerdi… Yani eksiklerine rağmen dünya halklarının birlikte barış içerisinde yaşayabilecekleri Rojava gibi bir toplum-devlet modelini gerçekleştirip geliştirebilselerdi… belki de yaşadığımız coğrafya, halkların cenneti olabilirdi?

Biliyoruz ki, devrim yapma iddiasında samimi olduğunu söyleyen bir Komünist, şu veya bu gerekçeyle dolaylı ya da dolaysız olarak egemen ulusun sömürgeci reflekslerini bütünüyle reddedip mahkûm etmediği sürece, söylemlerinin hepsi yalan olacaktır.

ééé

Bizim en önemli sorunumuz belki de cesaret eksikliğidir. Bu nedenle olsa gerek, aydınımızın çok büyük bir kısmını oldum olası sevemedim. “Aydın kimliği”nin egemen ulus kibriyle kirletilmiş ve içi boşaltılmış tanımı açık Kürt düşmanlığından çok daha acıtan, yaralayan bir davranış olarak üzer ve öfkelendirir beni.

Geçmişte Özgür Politika’da yazarken, birlikte yazarken “Ben Kürt’ün yükselen başına, özgürleşmeyi aradığı, başkaldırdığı için hayranım” diyen bir yazarın, Kürt halkına yaklaşımı beni biraz rahatsız ediyordu. Dünyayı eleştirebilme özgürlüğüne sahipti. Ne var ki, egemen ulustan bir devrimci olarak, canları pahasına mücadele eden Kürt politikacılarının, Türk halkının ırkçı-milliyetçi çoğunluğuna ve sömürgeciliğin alenen gerçekleştirdiği zulmüne rağmen dilini bağlamış “korkak aydınlarına” yönelik eleştiri getiren Kürtlere “Türk halkına, aydınına ve onun cumhuriyetçi, aydınlanmacı, sosyalist geleneğine hakaret ederek bir yere varamazsınız, evdeki bulgurdan da olursunuz, AKP Türk halkını temsil etmiyor” mealindeki uyarılarına karşı ağır bir eleştiri yazısı yazmıştım. Onun yazısını egemen ulus refleksinin, kibrinin dışavurumundan başka bir şey olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Yazıyı yayınlamaktan son anda vazgeçtim. Çünkü Kürt yoldaşlarım, kendilerine yönelik bu tür düşünce ve tavırların ne yazık ki dostları tarafından da sıkça sergilenebildiğini; ama bu tür tavırları birlikte mücadele sürecinde birbirimizi daha iyi tanıyarak-anlayarak aşacağımızı anlatarak yazıyı yayınlamamamı rica ettiler. Kabul ettim ve yazımı geri çektim.  

Peki, bu öykünün sonu nasıl bitti? Beklendiği gibi: O, egemen ulus kibrini kontrol etmeyi beceremediği için Kemalist-milliyetçiliğin peşine takılmaya devam etti. Yukarıdaki alıntıda aktardığım gibi, Kürtlere “evdeki bulgurdan da olabilirsiniz” tehdidini savurabilecek kadar had bildirip, 1924 sonrası Kürdistan’ı yeniden sömürgeleştiren Mustafa Kemal’in bir kalpak ve kırmızı bir boyunbağı ile sözcüsü oluverdi.

Yani demem o ki, egemen ulus milliyetçiliği, bildik bütün hastalıklardan daha tehlikeli, daha acımasız bir hastalıktır. İnsanı halüsinasyonlar içinde ruhsuzlaştırır, duygusuzlaştırır, acımasızlaştırır. İnanılmaz bir gücü vardır: ayrıştırılamadığı için yanlış tanımlanmış olan “egemen” ulus kimliğini kökten reddetmeden, tutarlı bir demokrat olabilmek mümkün değildir.

Depreme değinmedim daha öncesinde. Göz göre göre geldi bu yıkım. Depremin geleceği yıllar önce duyurulmuş, üç gün önce ise saatiyle birlikte alarmı verilmişti. Ama rüşvet pazarına dönüştürülmüş olan Devlet baba oralı olmadı. Ve deprem, yani devlet katliamı geldi. Daha önce Türkiye Cumhuriyeti denilen devletin yerle bir etmeye çalıştığı Maraş, bu kez kör ve sağırı oynayan devletin soykırımına uğratıldı. Hatay da nasibini aldı bu Müslüman devletin soykırımcı geleneğinin dürtüsüyle. Henüz depremin kurbanlarına bile ulaşılamamışken, dere yatağına kurulmuş olan kent, önceden yeterli önlemler alınmadığı için bu kez de suya kapıldı gitti. “Yel savurdu, su batırdı, bir soysuza bir hırsıza güvenen halkı / doğa vurdu bir yumrukta yere yatırdı.”

Ve sonrasında artık zeka ölçüleriyle hayli yaşlanmış olan bunak Bozkurt’un söylediği haklıydı galiba: “Bu işte de bir hikmet var: Toprak suya kavuştu.”

Adam yaşına rağmen gayet iyi işleyen açık bir zekaya sahip: Depremde enkazdan çıkarılan ceset sayısı ne yazık ki 60 bine ulaştı. Ve bu sayının 2-3 kat fazlasının da enkazla atıldığı uzman gözlemciler tarafından açıklandı. Kaç kişi öldü bilinmiyor ama, yanında ölümleri de getiren bir sel baskını, toprağı suya kavuştururken belli ki ipin ucunu kaçırdı. Yine toplu katliam.

“Toprağı suya kavuşturacak derenin” doğa tarafından inşa edilmiş yatağını bozarak ve üç kuruşluk kâr için ahlâkını satarak hileli malzemeyle üç katlık ruhsata kaçak katlar katarak sürdürülen bir “Tayyip Modeli Kalkınma” hamlesinin, kalkınan müteahhitlerinin ve aldıkları rüşvetler oranında ek katlar yapma izni verebilen bir sistemin ürünü, en iyimser tahminle şimdilik 60-70 bin can kaybı. Ve bunun en az iki katı kadar da toplu cenaze namazıyla ve kepçelerle taşınan fıtrat sahipleri… ???

Hiç kimseye beddua etmedim, çünkü çok şükür Müslüman falan değilim. Ama diliyorum ki 20 yıldır halklara yönelik uygulamadığı pislik kalmayan bu iktidarın fıtratında da Mussolini, Hitler ve benzerlerinin mutlu sonu yazılmıştır.

****  

Açıkçası, HDP ve müttefiklerinin seçimler üzerine aldıkları nihai karar içimi rahatlattı. Çünkü bu sürecin başından itibaren bir HDP’li olarak diken üstünde oturuyordum. Yeniden “bağrımıza taş basmamız istenebilir mi acaba?” sorusu günlerce kafamdaki sıkıntı idi. Çünkü bu kez böyle bir isteğe destek olmam mümkün değildi. Hile yapacaktım yani: Cumhurbaşkanı olarak o sahte muhalefet liderine oy vermeyip komünist “namusumu” kurtaracak, ama parlamento seçimleri için bugüne kadar “kahramanlar” olarak tanımladığım “HDP parlamenterlerini” seçmek için seferberlik ilan edecektim. Eh, yeni partim Yeşil Sol Parti de benim ideallerimin gerçekleştirilmesinde önemli bir mevzidir.

Bir seçim öncesi vaatler ve hamaseti dışlayarak düşünürsek göreceğiz ki, söz konusu iki büyük ittifakı oluşturan renklerde, Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin çözüm umudu yaratabilecek hiçbir tutarlılık yoktur. Bildiğimiz “ -ceğiz, -cağız” edebiyatı. Ama bütün sorunların çözümüne açılan kapıyı görmezlikten gelerek ara yollara dalıp iz karıştırmaya çalışmışlar.

“Kusura bakmayın” demiyorum, hatta daha da ileri gidip, “demek ki yaşanan süreçlerden hiçbir ders çıkaramamışsınız!” diyerek öfkemi bastırmaya çalışıyorum. Çünkü bütün sorunları üreten ana soruna değinmekten öylesine kaçmışlar ki, çözüm iddiaları ana sorunun çözümüne yönelmek dışında her şeyi gündemine almış. Ve bunun adı gençlik jargonunda “Bir masa etrafında toplanmış altı Kurt’un Geyik Muhabbeti”dir.

Başka bir şey beklemiyordum aslında. Çünkü Da Vinci’nin şifresi, iki büyük ittifakın isminde saklı idi: (Üzerinde muhteşem bir halklar hazinesine sahip olan bu ülkede DEMOKRASİ ile taçlandırılmamış olan Türkiye Cumhuriyeti’nde) CUMHURİYET ittifakı ve tek millet falan filan iddiasıyla ve “ne mutlu … “ antlarıyla asimile edilmeye çalışılan ama buna rağmen başarılamayan ve başarılamayacak olan TEK) MİLLET ittifakı.

Oysa bu ülke, üzerinde yaşayan halklar ve inançlar çeşnisiyle, kültür renkleriyle olağanüstü bir servete sahiptir. Ama göçebe geleneklerinin gaspçı yaşam anlayışını sanki genetik bir özellik gibi taşıyan Türk devleti, çökmekte olan sömürgeciliği en iğrenç ve en zalim yöntemlerle eski statüsünde tutmaya çalışmaktadır.

Demokrasiden yoksun bir Cumhuriyet; Kürtleri, Lazları, Rum ve Ermenileri, Romanları ve daha birçok halkları yok sayarak, zoraki asimilasyon ya da soykırım uygulamaları sonrasında İslam’ın en ahlaksız temsilcisi olan Adnan Oktar’ı sahip olduğu TV’si ile yıllarca besleyen ya da çocuğun şarkı söylemesinin ya da dizinden yukarısının görülmesinin bile “babayı cinsel anlamda tahrik edebileceği” fetvasını verip “ondan sonra da yok pedofili ve sübyancılık artıyormuş diye şikayetçi oluyorlar” diyebilen bir sapık hakkında, halkın çoğunluğu aç iken halktan çaldığı vergilerle lüks içinde yaşayan İhanet İşleri Başkanı denilen Şeyhülislam efendinin gıkını bile çıkarmaması diyanetin değil, hıyanetin hangi düzeysizliğe ulaştığını fazlasıyla teşhir edebilmektedir. Ve bu yorumu yapabilen sapıklara inanan sapkınlara  “depremden kız çocuklarını evlatlık olarak alan Müslümanların daha sonra bu kişileri haremlerine katabileceği” fetvası verebilecek kadar dünyevi şehvete boğulmuş yeni bir din anlayışı üretimi…

Bugün artık Bin Odalı Saray’lara tapınarak üretilmiş iktidar yorumlu bir Hasan Sabbah öyküsü, AKP iktidarının kitlelere sunabileceği tek rüşvet olarak kalmıştır: Kimliğini öldür ve tapusu şeref yoksunu bir başkana kayıtlı cennete git!

1500’lü yıllarda yaşanmıştı devlet ve toplumda böylesi bir ahlaki çöküş. Ünlü şair Fuzuli, Şikayetname adlı eserinde ölümsüzleştirdi rüşvetten şikayetini. Bugünü yaşayıp Saray’ı görseydi dili tutulurdu kendi çağıyla günümüzü kıyaslayarak. Ama inan bana, sizden üreyecek kuşaklar, sizin yaptıklarınızdan utanç duyacakları için soy isimlerini değiştirerek yaşamaya çalışacaktır toplum içinde. Gelecekte, ismin sadece Ali Baba’nın kırk haramisinden birinin adı olarak anılacak ve belki mezar taşında iktidarının özeti olarak yarattığın ahlakın tanımı bir bir şairin dilinden şikâyet olarak kalacaktır:

“Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar

Hüküm gösterdim, faydasızdır diye mültefit olmadılar (ilgilenmediler)”


İ. Metin Ayçiçek – 07.04.2023


Yazının ikinci bölümü “Değinmeler-2” yarın yayımlanacak.

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑