Tarih

Published on Mayıs 27th, 2023

0

63. yılında 27 Mayıs Darbesi | Ayşe Hür


Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil’in dediğine göre CB Bayar, 30 Nisan’da “tahrikçileri tenkil etmek” (bir zamanlar Kürtlere yapıldığı gibi örnek olmak üzere cezalandırmak, sürmek) gerektiğini söylemişti. Başgil, yanlış duyduğunu düşünerek “tenkit mi dediniz efendim?” diye sorunca da “Tenkit zamanı çoktan geçti. Şimdi tahrikçileri tenkil zamanıdır!” demişti. Bayar’ın farkında olmadığı, ordu içindeki “zinde kuvvetleri”in de DP iktidarını “tenkil”e hazırlandığıydı…

1945’te, ırkçı-Türkçülerin yargılandığı Turancılar Davası’nda 9 ay 10 gün hapse mahkûm olması bile askeri kariyerini engellemeyen Alparslan Türkeş’e göre ordunun içindeki “zinde kuvvetler” ilk kez 1942-1943’te iktidara el koymaya niyetlenmişler ama İkinci Dünya Savaşı yüzünden bunu gerçekleştirememişlerdi. Savaştan sonraki ilk gizli örgütlenme ise 1951’de Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı tarafından yapılmıştı. Ateşdağlı daha sonraki bütün darbeci gruplarda yer alacaktı. 1952’de İkinci Menderes Hükümeti, Fransa’da St. Cyr Akademisi’nde okumuş Ali Seyfi Kurtbek’i Milli Savunma Bakanlığına getirdikten sonra akademilerde Prusya ekolünün yerini Amerikan tarzı eğitim almaya başladı. Ortaya daha bilgili, daha özgür tavırlı bir asker kuşağı çıkmaya başlamıştı. Yeni silah ve mühimmatlar da bu kadrolara veriliyordu. Ancak eskiler hâlâ istedikleri kişileri istedikleri yerlere tayin ettirecek, yurt dışı görevlere gidecek güçteydiler. İki kesimin ortak şikâyeti ise maaşlarının düşük olmasıydı. Ayrıca terfi sisteminde yetenekten çok kıdeme bakılması, eski olsun, yeni olsun alt ve orta kademedeki subayları rahatsız ediyordu.

1953’te gelenekçi generallerin tasfiyesi Seyfi Kurtbek’e yönelik bir yıpratma kampanyasının başlamasına neden oldu. Kurtbek’in Enver Paşa’nın 1914’te yaptığı gibi, orduyu temizleyip iktidara el koyacağı söylentileri Kurtbek’i istifaya zorladığında, genç subaylar büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Üstüne üstlük, 1954 seçimlerinden galip çıkan Menderes’in “Ben orduyu yedek subaylarla idare ederim, kravatlı şövalyelerin burunlarını kıracağım” demesi subayların kızgınlığını iyice artırdı.

Yeni İttihatçılar

Bu kızgınlıkla 1954-1955’te ordu içinde tam yedi gizli örgüt kuruldu. Bunların en önemlisi Tuzla Uçaksavar Okulu’ndan arkadaş olan Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay’ın kurduğu örgüttü. Bu ekip, 1956’da Yıldız Harp Akademisi mensupları ile Atatürkçüler Cemiyeti’ni kurdu. O sırada Ankara’da Talat Aydemir ve ekibi ile Sadi Koçaş ve Kenan Esengil’den oluşan iki grup kendi çevrelerini örgütlemekle meşguldüler. Üst kademeler ise ya uyuyordu ya da bunlara göz yumuyordu.        

1957 yılında Ankara’dan Talat Aydemir ile İstanbul’dan Dündar Seyhan’ın grupları Üsküdar’da, 31 Mart 1909 ayaklanmasını bastıran Mahmut Şevket Paşa’nın bir zamanlar yaşadığı evde toplandılar ve İttihatçı geleneğe uygun olarak silah üzerine yemin ettiler. Komiteye albay rütbesinden daha yüksek rütbeliler alınmayacak, ihanet edenler aynen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde olduğu gibi öldürüleceklerdi.

Dündar Seyhan’ın günlüğüne yazdığı şu satırlar, 1912’deki “Halâskâr Zabitân” muhtırasının tekrarı gibiydi: “Orduda ıslahat yapacağız diyoruz. Bunun için çalışıyoruz, hazırlanıyoruz. Ama dava ordudaki ıslahatla halledilemez. Memleketi ıslah etmek, kurtarmak lazım. Politikacıların tutumu ortada. Onların bir şey yapacağı yok. Bu bakımdan yakında hükümeti bertaraf etmemiz bahis konusu olabilir. Hazırlıklarımızı bir ihtilale göre geliştirmeliyiz. Bunun için gerekirse kan dökmekten çekinmemeliyiz.  Kan dökülecekse dökülür, başka çare yoksa hem de çok dökülür.”

DP seçim kararı alıyor

İşte bu atmosfer içinde 1957’de partinin kurucularından Fuat Köprülü’nün istifa etmesinin hemen ardından paniğe kapılan Demokrat Parti (DP) Hükümeti erken seçim kararı almıştı. Seçimlere giderken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Hürriyet Partisi (HP) ve Cumhuriyetçi Millet Partisi, (CMP) “Güç Birliği” kararı aldı ama hükümetin 11 Eylül 1957’de mevcut Seçim Kanunu’na bir ek yaparak, seçimlere ittifak halinde girmeyi imkânsız hale getirmesiyle bu karar hayata geçemedi. 27 Ekim 1957 seçimlerini DP kazanmıştı ama CHP 31 milletvekilini 178’e çıkarmıştı. Üstelik 12 bin oy daha alabilseydi, çoğunluk sistemi sayesinde bu sayı 299 olacaktı. Sonucun açıklandığı gece Adnan Menderes “Allah bir daha bana 27 Ekim gecesi gibi bir gece yaşatmasın” diyecekti. Yine de bazı DP milletvekilleri “DP iktidarı 200 yıl sürecektir” gibi laflar ediyorlardı. Buna karşılık muhalefet, hükümetin yüzde 48 oy almasını “millet nazarında azınlığa düşmek” olarak niteleyerek hükümeti gayrimeşru gibi göstermeye çalışıyordu.



Milletvekillerine sınırlama

Özgüveni biraz azalmış olan hükümetin ilk icraatı Meclis içtüzüğünü değiştirmek oldu. Buna göre, sözlü sorular, yalnız cuma günleri ve en fazla bir saat görüşülebilecekti. Ayrıca bakanlar bu sorulara cevap vermek zorunda değillerdi. Basit bir suçlamayla, dokunulmazlığın kaldırılması mümkün hale gelmişti. Meclis’ten çıkarılma cezası üç oturumdan on iki oturuma yükseltilmiş, tüm maaşın kesilmesine kadar gidecek cezalar konulmuştu. Nihayet kürsüde konuşan milletvekillerinin hoşa gitmeyen sözleri, “lisan temizliğinden ayrıldıkları” gerekçesiyle ve çoğunluğun kararıyla, tutanaklardan çıkarılabilecekti.

Dokuz Subay Olayı

1957’de seçimleri tekrar kazanan DP’nin politikalarını sertleştirmesi üzerine, “kurtarıcı” subaylar İsmet Paşa’yla temasa geçmeye karar verdiler. Ancak İsmet Paşa, bu ilişkileri partinin geleceği açısından tehlikeli görerek görüşmeyi reddetti. 24 Aralık 1957’de Komite adına Faruk Güventürk, Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’in ağzını yokladı. Ergin de “Ben bir basit avukatım, bir ihtilale liderlik edecek adam değilim, böyle bir şeyle uğraşamam” yanıtını vererek aradan çekildi. Dikkati çeken husus ne İnönü’nün ne de Ergin’in ihtilalci subayları üstlerine ya da adli makamlara bildirmeyi düşünmemeleri idi. Anlaşılan bu tür girişimler siviller tarafından gayet normal kabul ediliyordu. Ancak komiteye girmeye çalışan Samet Kuşçu adlı bir subay Ocak 1958’de oluşumu ihbar etti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar geniş bir soruşturma yapılmasını istediğinde bu sefer de ordu üst yönetimi sessiz kaldı. Hükümet basına sansür koyarak olayın kamuoyuna yansımasını engellerken, tek yapılan Milli Savunma Bakanı’nı istifaya zorlamak ve yerine Ethem Menderes’i getirmek oldu. Askeri mahkemede “ihtilal hazırlamak” suçlamasıyla yargılanan dokuz subay, altı ay sonra beraat ederken, ironik olarak ihbarda bulunan Samet Kuşçu iki yıl hapis cezasına çarptırılarak olay örtbas edildi. Bu tavır DP’nin ordudan gelecek tehlikelerin farkında olmadığını gösteriyordu.

4 Ağustos Kararları

1958 yazından itibaren ülke ekonomik bunalıma girmiş, birçok mal bulunmaz olmuş, dükkânların önünde kuyruklar belirmiş, karaborsanın önü alınamaz hale gelmişti. Maaşları eriyen asker ve sivil bürokraside hoşnutsuzluk artmıştı. Birçok mala yapılan zamlar çare olmayınca, 4 Ağustos Kararları diye anılan önlemler paketi ile Türk parasının değeri üç mislinden fazla düşürüldü. Krizi fırsat bilen CHP, hükümeti sıkıştırmaya başladı. Lübnan İç Savaşı, Irak’taki askerî darbe veya Kore’deki olaylar bile, ihtilal kışkırtıcılığı için kullanılıyordu. CHP yanlısı gazetelerde, “bunları da öldürecek bir sergerde çıkmayacak mı?” türünden haberler boy gösteriyordu.

DP’nin buna tepkisi “Vatan Cephesi”ni kurmak oldu. Menderes’in 12 Ekim 1958’de Manisa İl Kongresi’nde yaptığı ilk açıklamadan sonra, Basın Yayın ve Turizm Bakanı Selver Somuncuoğlu’na bağlı olmasından dolayı halkın ‘Somuncuoğlu Radyosu’ adını taktığı radyoda, çoğu sahte isimlerden oluşan katılım listeleri yayımlanmaya başladı. Önce öğle ve akşam haberlerinde okunan listeler büyüyünce, haber bültenleri genişledi. Listelerin okunuşu haber saatlerine sığmayınca, her gün saat 14.00’da Yurdun Dört Köşesinden Haberler ismi altında yeni bir program oluşturuldu. Bir süre sonra liste işi öyle bir hal almıştı ki, “radyo haber bültenlerini dinlemek istemeyenler” bir dernek kurarak, radyo yönetimine karşı dava açmaya kalkışmışlardı. 


DP İktidarının son 10 yılı

17 Şubat 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmasını imzalamak üzere Londra’ya giden Adnan Menderes’i taşıyan uçağın sis yüzünden düşmesi, 16 yolcunun öldüğü bu kazadan Menderes’in sağ kurtulması basında “Allah’ın sevdiği insan” manşetleriyle yer almıştı. Bu “ulvi olay” yüzünden iktidarla muhalefet arasında kısa bir ateşkes yaşandıysa da kazadan sonra Menderes’in etrafını saran sevgi halesini dağıtmak için muhalefet “İlkbahar Taarruzu” adı verilen bir kampanya başlattı.

İnönü Uşak’ta saldırıya uğruyor

Gezinin ilk durağı İnönü’nün Büyük Taarruz sonrasında Yunan orduları başkomutanı Trikopis’i esir ettiği Uşak’tı. Kafile daha hareket etmeden olaylar başlamıştı. DP yanlısı gazetelerde “İnönü, Büyük Taarruz’da ve Uşak’ta yoktu” türünden haberler yayımlanıyordu. İnönü Uşak’ta “Hoş Geldin Garp Cephesi Kumandanı” pankartları ve büyük tezahüratlarla karşılandı. Bu havanın etkisiyle CHP’liler güzergâh üzerindeki DP İl Merkezi’ni yuhalamaya başladılar. Buna sinirlenen DP İlçe Başkanı Eşref Öğün elindeki çay bardağını kalabalığa fırlattı. Bardak, Akis Dergisi Yayın Müdürü Hamdi Avcıoğlu’ya isabet edince, CHP’liler DP il binasına saldırdılar, binayı taşladılar ve camlarını kırdılar. Polis olayları engellemek için göz yaşartıcı bomba kullandı.

Ertesi gün taraflar arasında çıkan olaylarda kalabalıktan atılan fındık büyüklüğündeki bir taş İnönü’nün başına isabet etti. Bunun üzerine olaylar büyüdü. Sonuçta, polisin yardımıyla olaylar bastırıldıktan sonra CHP ekibi Manisa’ya doğru yola çıktı.

İnönü’ye Topkapı’da saldırı

Manisa’dan sonra İzmir’e geçen İnönü, yine partililer tarafından coşkuyla karşılandı. Ancak İzmir Valisi Kemal Hadımlı, İçişleri Bakanı’nın talimatıyla ildeki tüm siyasi parti kongrelerini yasaklayınca İnönü İstanbul’a geçti. 4 Mayıs günü özel arabasıyla Yeşilköy’den Topkapı’ya geldiğinde bir grup arabasının etrafını sardı. Gruptan bazıları İnönü’nün arabasını taşlayıp kapılarını açmaya çalıştılar. Orada tesadüfen bulunan bir binbaşı yanındaki bir grup askerle birlikte saldırganları dağıttı. İnönü 7 Mayıs’ta Ankara’ya döndü. Yine kalabalık bir grup tarafından karşılandı ve polisle çatışmalar oldu. Bu tarihten sonra hükümetin basına karşı tavrı öylesine sertleşti ki, o yıl 1.460 gazeteci yargılandı, 577’si mahkûm oldu.

1960 yılının başında İnönü birdenbire Menderes’i Nurcuların lideri Saidi Nursi’nin fikirlerini takip etmekle suçlamaya başladı. İki lider şubat ayındaki bütçe görüşmeleri boyunca şiddetli bir söz düellosuna girdiler.  CHP, DP’yi “vatanı Amerika’ya satmak ve Türk kızlarını Amerika’ya peşkeş çekmekle” suçlarken, DP, CHP’yi “Haçlı Cephesi’ kurmakla suçluyordu. Muhalefet iktidarı “komplo” kurmakla suçluyor, iktidar “bir melanet yuvası” haline gelen CHP’yi kapatmaktan söz ediyordu.

İnönü’ye Kayseri’de saldırı

Muhalefet bu saldırıların Meclis’te ele alınmasını istiyordu, DP ise içtüzüğü bahane ederek bu taleplere kulak tıkıyordu. 7 Şubat 1960’ta İnönü İl Kongresi’ne katılmak için Konya’ya gitti. CHP’liler ile DP’liler birbirine girdi. Polis olayları yatıştırmak için gaz bombası kullanmak zorunda kaldı. Hükümet, İnönü’nün bir süre önce Kayseri’nin Yeşilhisar İlçesi’nde yaşanan olayları yerinde incelemek ve CHP İl Kongresi’ne katılmak üzere Kayseri’ye gitmesini engellemeye kalkıştı. Ancak İnönü 6 Nisan’da Kayseri’ye doğru yola çıktı. Askerî kuvvetler İncesu’da barikat kurarak İnönü’nün yolculuğunu engellediler. Bu durum ordu içinde ikilik yarattı. Emirleri uygulamak istemeyen bir binbaşı gösterişli biçimde istifa ederek ortamı iyice ateşledi.

DP İktidarının son ayları

Tam bu sırada İstanbul CHP İl Başkanlığı’nın 21 Mart 1960 Gün 373 Sayılı Genelgesi basına sızdı. Genelgeye göre CHP’liler, yalan söylemek, iftira etmek gibi yöntemler de dahil, her türlü yola başvurarak hükümeti yıpratacaklardı. Bu tür faaliyetlerin adı da “kulak gazetesi” olarak konulmuştu. Aslında, bu tarihlerde hem CHP hem DP grubunda seçimler konusu konuşulmaya başlamıştı. Hatta 25 Mart’ta Menderes, DP teşkilatına seçimler için çalışmaya başlamaları talimatını vermiş, 27 Mart’ta Başbakan Yardımcısı Medeni Berk tarafından, “seçimlerin pek yaklaştığı artık aşikârdır. Mesele sadece tarihin ilanından ibarettir” şeklinde resmî bir açıklama yapılmıştı. Ama CHP’liler dört bir koldan “DP’nin seçimlere gitmeye niyeti olmadığı” propagandasını yapmaya devam ediyorlardı.

Ortam öylesine gergindi ki, DP’li bazı milletvekilleri CHP’nin dinsiz olduğunu, İnönü’nün bunca yıldır iktidar olmasına rağmen hiçbir zaman “Türk Milleti” tabirini kullanmadığını iddia ediyorlardı. Bazı DP’li vekiller ise hızlarını alamayıp Şeyh Said İsyanı bahanesiyle çıkarılan 4 Mart 1925 tarihli Takriri Sükûn Kanunu’nun bir yıl süre ile yeniden yürürlüğe konulmasına dair önergeler vermişti. 11 Nisan günü Moskova ve Ankara hükümetleri tarafından yapılan bir açıklama diplomatik çevrelerde bomba gibi patladı: “Başbakan Adnan Menderes 12 Temmuz 1960’de Moskova’ya resmi bir ziyaret yapacaktır. Bir süre sonra da SSCB Devlet Başkanı Nikita Kruşçev Ankara’ya iade-i ziyarette bulunacaktır.” Ocak ayında Dışişleri Bakanı Zorlu’nun SSCB hakkındaki olumlu sözleri boşa değildi anlaşılan.

“İhtilal behemehal” olur

18 Nisan günü hükümet “CHP’nin ve bir kısım basının faaliyetlerini soruşturmak için bir tahkikat komisyonu kurulmasına karar verdi” açıklamasını yaptı. Amaç yaklaşan seçimler öncesinde CHP’ye ve onu destekleyen basını hizaya getirmekti. Ancak CHP bunu partiyi kapatma operasyonunun ilk adımı saydı. İnönü bu karara karşılık Meclis’te şu ünlü konuşmasını yaptı:

“Demokratik rejim, insan hakları yürütülüyor mu, yürütülmüyor mu? Bu bir. Eğer insan hakları yürütülmez, vatandaş haklan zorlanırsa, baskı rejimi kurulunca ihtilâl behemehal olur. Biz böyle bir ihtilâl içinde bulunmayız, bulunamayız. Böyle bir ihtilâl dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Biz demokratik rejim dedik, demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şimdi arkadaşlar, şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşru bir haktır. Fakat ihtilâl aslında bir millet hayatının asla arzu etmiyeceği, çetin ve tehlikeli bir ameliyattır. Birçok memleketlerde görüyoruz. Çok iyi niyetlerle, vatanperver hislerle ihtilâl yaparak idare kuranlar, kurdukları idarenin ertesi gününden itibaren, kâbus içinde yaşarlar. Onlar muvaffak oldukları ihtilâl normal bir demokratik rejime devredebilmek için imkân bulamazlar. Bulabilenler tarihte nâdir. Biz bulduk işte. Ama bunu bulamıyan memleket çok zarar görür. İhtilâl niçin yapılır? Eğer ihtilâl vatandaş için başka çıkar yol yoktur, kanaati zihinlere ve bütün müesseselere yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır. Bundan içtinap kabil değildir (…) Onun için muhterem arkadaşlarım, bu memleketin seçkin, yetişmiş güzide insanlarısınız, memleketi fevkalâde bir idareye götürmek istenildiğinin arifesinde, eşiğindesiniz, hesaplı olarak düşünmenizi isterim. Bir fevkalâde idare kuracaksınız. Bu idareye verilen salâhiyetler gayrimeşrudur. İtaat etmiyeceğiz dediğimi söylemek yersizdir. Bir defa çıkmış bir kanuna, kanun değil karar, çıkmış bir kanuna itaat etmemek vatandaşın elinde değildir. Ama kabul etmeyiz. Razı olmayız. Ve vatandaşların hepsine bunun haksız olduğunu, buna mukavemet etmek lâzımgeldiğini söyleriz. Hür vatandaşın hakkıdır bu…”

Yıllardır tartışılır, bu konuşma uyarı mıydı yoksa darbeye yeşil ışık mıydı? Hangisi olursa olsun, darbenin eli kulağındaydı.

DP İktidarının son haftaları

İsmet İnönü’nün 18 Nisan 1960 tarihli TBMM konuşmasına rağmen Tahkikat Komisyonu Kanunu kabul edildi. Kamuoyunda başkanı Ahmed Hamdi Sancar’dan dolayı “Sancar Komisyonu” diye de anılacak olan kurul geçmişin ünlü İstiklal Mahkemeleri gibi olağanüstü yetkilerle donatılmış olup, her türlü yayını yasaklama, yasağa uymayan matbaaları kapatma, her türlü evrak ve eşyaya el koyma, her türlü siyasi toplantıyı, gösteriyi yasaklama hakkına sahipti. Kararlara uymayanlara bir seneden üç seneye kadar ağır hapis cezası verilebilecekti. Komisyonun kararları kesindi ve itiraz edilemezdi. Dahası, Tahkikat Komisyonu’nun araştırmasına dahil olan konularla ilgili haberleri, ima ile dahi olsa yayımlamak; hatta yasağı içeren tebliğin yayımlaması bile yasaklanmıştı.

Turan Emeksiz’in ölümü

CHP’nin buna tepkisi, geleneksel tabanı olan aydın kesimlerini mobilize etmek oldu. 28 Nisan sabahı, CHP’nin gençlik kolları İstanbul Üniversitesi’nde toplandı. “İhtilalin fişeği” olarak adlandırılan bu olayları kışkırtanların başında 6-7 Eylül 1955 yağması sırasında da görev başında (!) olan Orhan Birgit vardı. “Kahrolsun diktatörler!”, “Hürriyet isteriz!” sloganlarıyla başlayan olaylar sırasında öğrenciler dağılmayınca polis ateş açtı, seken bir kurşun Ziraat Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’in ölümüne neden oldu. 30 Nisan’da lise öğrencisi Nedim Özpulat bir tankın altında kalarak hayatını kaybetti. İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın başına abartılı bir sargı sararak kalabalığın karşısına çıkmasıyla olaylar iyice çığırından çıktı. Kontrolü sağlayamayan polis, ordudan yardım istendi. Öğrenciler kendilerine müdahale eden birlikleri “Türk Ordusu çok yaşa!” sloganlarıyla karşıladı. Sloganlar bir anda “Ordu ile beraberiz” sloganına dönüştü. Olayların önünü alamayacağını anlayan hükümet sıkıyönetim ilan etti.

Bayar “tenkil” diyor

29 Nisan’da Ankara’ da benzer olaylar yaşandı, orada da sıkıyönetim ilan edildi. Böylece, epeydir pişirilen yemeğin sofraya konmasına bir adım daha yaklaşılmış oluyordu. O gece emirle Ankara’ya davet edilen Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil’in dediğine göre CB Bayar “tahrikçileri tenkil etmek” (bir zamanlar Kürtlere yapıldığı gibi örnek olmak üzere cezalandırmak, sürmek) gerektiğini söylemişti. Başgil, yanlış duyduğunu düşünerek “tenkit mi dediniz efendim?” diye sorunca da “Tenkit zamanı çoktan geçti. Şimdi tahrikçileri tenkil zamanıdır!” demişti.

Sıkıyönetim Komutanlığı’nın basına uyguladığı katı sansür, CHP’nin epeydir iktidarı yıpratmak için seferber ettiği “kulak gazetesi”ni harekete geçirdi. Büyük bir dedikodu çarkı işlemeye başladı. Her şey abartılıyordu. Haberler bire bin katılarak anlatılıyor ve yayılıyordu. Bu dedikoduların en meşhuru Birgit’e göre Albay Ertuğrul Alatlı’nın icadı olan Ankara’da gençlerin kıyma makinelerinden geçirilerek tavuk yemi yapıldığıydı. İddia AA tarafından yayılmıştı. Böylece herkesin gözünde iktidar daha da korkunç hale geliyor ve tepkiler artıyordu.

555 K şifresi

İşte bu atmosferde Harbiyelilerin ve üniversite öğrencileri kulaktan kulağa yaydıkları “555 K” şifresiyle, 5. ayın 5. günü, saat 5’te Kızılay’da toplandılar. Sözleri “Olur mu böyle olur mu/Kardeş kardeşi vurur mu?” diye değiştirilen Plevne Marşı ile alanı dolduran gençler Menderes’i tartakladılar. Şevket Süreyya’nın iddiasına göre, o gün Menderes, Bayar’a istifasını sunmuş, ancak Bayar bunu kabul etmediği gibi Menderes’e “Kızılay’a git ve ateş emri ver” demişti. O gün Kızılay’da olan şair Cemal Süreya 555 K adlı şiirinde şöyle anlatmıştı o günkü coşkusunu: “Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz/Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını/İşte o gün sizi Tanrılar bile kurtaramaz.”

11 Mayıs’ta Meclis tatile girdikten sonra, halkı harekete geçirerek pozisyonunu güçlendirmeyi uman Menderes Ege gezisine çıktı, 15 Mayıs’ta İzmir’de seçim hazırlıklarının başladığını ilan etti. Ancak, itinayla kotarılan darbeyi önlemesi artık çok zordu. Nitekim 18 Mayıs’ta Harbiye öğrencileri Harbiye Marşı’nı söyleyerek Sıhhiye’ye kadar halkın alkışları arasında yürürken atlı polisler olaylara müdahale etmemek için ara sokaklara saklanıyorlardı.

21 Mayıs’ta Hindistan Başbakanı Nehru’nun ziyareti sırasında Harbiyeliler yollara inzibat gibi dizilerek gösteri yaptılar. 25 Mayıs’ta Eskişehir’de kendisini karşılayan askerî birliğin, elini sıkmak yerine, arkalarını dönmesiyle durumun vahametini anlamış olduğu tahmin edilen Menderes, o geceki yemekte üniversite hocalarından “kara cübbeliler” diye bahseden ünlü konuşmasını yaptı. 26 Mayıs’ta Tahkikat Komisyonu’nun ilga edileceğini açıkladı ama faydası yoktu. O gün sıkıyönetime rağmen öğrenciler, sokaklarda, sinemalarda hükümeti protesto eden bildiriler dağıtıyor, bildirileri arabalara, kapılara yapıştırıyorlardı. Polis raporlarına göre 40 bin bildiri, polis tarafından fark edilmiş ve gece yarısından önce kazınmıştı.

Darbe gecesi

Bütün bu olaylar olurken arka planda darbe hazırlıkları tamamlanmak üzereydi. Daha 1958’deki “Dokuz Subay Olayı”nın ardından Alparslan Türkeş, Sadi Koçaş, Orhan Kabibay ve Sezai Okan, II. Birleşik Örgüt’ü kurmuşlardı. Bunlara kısa sürede yeni isimler eklendi. “İhtilalin liderliği” için III. Ordu Komutanı General Necati Tarcan’ı düşünüyorlardı ama onun 1958 yazında aniden ölümü üzerine, Komite içinde “Faik Bey” diye anılan Kara Kuvvetleri Kumandanı Cemal Gürsel’le, NATO toplantısı için bulunduğu Almanya’da temas kurdular. O günlerde emekliliğe hazırlanan Gürsel, üç ay içinde seçime gidilmesi şartıyla liderliği kabul etti. Bu sırada komitenin önde gelenlerinden Osman Köksal Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı’na, Suphi Karaman’ın Personel Atama Dairesi’nin başına atanarak pozisyonlarını güçlendirmişlerdi, ancak, Sadi Koçaş’ın Londra’ya, Dündar Seyhan’ın Washington’a, Talat Aydemir’in de Kore’ye atanması üzerine darbecilere başkanlık etme görevi radikal kanattan Alparslan Türkeş’e kalmıştı.

NATO’ya CENTO’ya bağlıyız!

26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece saat 03.00’da İstanbul’da başlayan “ihtilal”, bir saat içinde önemli ve kilit mevkilerin ele geçirilmesi ile tamamlanmış, ancak İstanbul ve Ankara ekipleri arasındaki saat anlaşmazlığı yüzünden ihtilal saat 04.36’da radyodan “Dikkat… Dikkat!… Muhterem vatandaşlar, radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Türk Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra size hitap edecektir” çağrısıyla duyurulmuştu. Ardından Albay Alparslan Türkeş tok sesiyle şu bildiriyi okumuştu:

“Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır. Bu harekete Silahlı Kuvvelerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafta olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek girişmiş bulunmaktadır.

Girişilmiş olan teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyete müteallik tecavüzkar bir fiile teşebbüs etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup olursa olsun her vatandaşın her vatandaş kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak kin gütmeden birbirlerine karşı hürmet ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsi emniyetleri kanun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz: Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz: Gayemiz BM Anayasası’na ve İnsan Hakları Prensipleri’ne tamamıyla riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. CENTO’ya bağlıyız. Tekrar ediyorum: Düşüncelerimiz ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’tur. Türkiye dahilindeki bütün garnizonların komutanları o yerin mülki ve askeri idaresine el koyacaklar ve vatandaşların her hususta emniyetini sağlayacaklardır.”

DP İktidarının son saatleri

Darbeciler aralarında şöyle işbölümü yapmışlardı: Karargah Kumandanı General Cemal Madanoğlu, yardımcıları Albay Alpaslan Türkeş, Albay Sami Küçük, Albay Ekrem Acuner, Yarbay Sezai Okan, Yarbay Suphi Karaman, Binbaşı Kadri Kaplan’dı. General Sıtkı Ulay ve Kurmay Albay Tevfik Ercan bakanlıklar bölgesinden, General İrfan Baştuğ ve Albay Fikret Kuytak, Ulus ve Cebeci bölgesinden sorumluydu. Ekip hemen tutuklamalara başladı.

Darbe sırasında Genel Kurmay Başkanı olan Rüşdü Erdelhun’un, o günlerde tuttuğu notlara bakılırsa Erdelhun, Çankaya Köşkü’nü arayarak Muhafız Alay Komutanlığı’ndaki askerleri harekete geçirmek istemiş ancak, Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal’ın da darbe komitesinde olmasından dolayı emri karşılıksız kalmıştı. Erdelhun, Harp Okulu’na götürülmüş, para, saat ve gömlek hariç her şeyi alınmıştı. Erdelhun’un iddiasına darbeciler kendilerine iltihakını ve bu işin başına geçmesini teklif etmişlerdi. Erdelhun bunu kabul etmeyeceğini kesin bir dille bildirmiş, darbeciler ancak bundan sonra Cemal Gürsel’i uçakla İzmir’den getirip darbenin başına geçirmişlerdi. Darbecilerin ikinci hedefi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın bulunduğu Çankaya Köşkü olmuştu.

Bayar’ın intihar teşebbüsü

Muhafız Alayı Kumandanı Osman Köksal’ın liderliğindeki grup Bayar’ın direnişe kalkışmasından ve Çankaya’da kan dökülmesinden korkuyordu. Gerçekten de Bayar Köksal’ın ve onun getirdiği bazı DP’lilerin ısrarına rağmen teslim olmamıştı.
DP’lilerin ısrarına rağmen teslim olmamıştı. Köşkün binlerce asker ve uçaksavarlarla sarılması üzerine Bayar silahını sol cebine koymuş ve gerekirse dört kurşunu karşısındakilere, son kurşunu da beynine sıkma kararı almıştı. Damadı ve DP milletvekili Dr. Ahmet İhsan Gürsoy’un ileriki yıllarda Mehmet Ali Birand’a anlattığına göre Bayar cebinden çıkardığı nikelajlı silahını şakağına dayayarak tetiğe dokunmuş, silah patlamayınca, oradaki subaylar eline vurarak silahı yere düşürmüşlerdi.

Adnan Menderes ise 06.30 sıralarında Kütahya Hava garnizonunda tutuklanarak önce Eskişehir’e, oradan da Ankara Harp Okulu’na getirildi. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı ise, ihtilalin önde gelen isimlerinden Albay Muhsin Batur tutuklamıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu Bahçelievler semtindeki bir yakınının evinden alan subaylar, yanında eşi Emel Zorlu da olduğundan karı-kocayı daha önce aranarak tarumar edilmiş kendi evlerine götürmüşlerdi.

Namık Gedik’in şüpheli ölümü

Demokrat Parti’nin İçişleri Bakanı Namık Gedik darbe günü evinden alınıp (bazı iddialara göre bir çöp arabasıyla ve dövülerek) Harp Okulu’na getirilmişti. Resmi iddiaya göre, 30 Mayıs 1960 günü saat 22:55’te ‘ani sinir buhranı geçirip’ hapsedildiği odanın penceresinden atlayarak intihar etmişti. Namık Gedik’in naaşı ailesine gösterilmeden toprağa verilmişti. Aile yarayı deşmek istememiş, böylece bu şüpheli ölüm ‘intihar’ olarak tarihe geçmişti.

Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy yıllar sonra, Namık Gedik’in ailesine verilen eşyalar arasında bulunan pijamasının arka tarafında delik olduğunu duyduğunu belirtecekti. Ama bu konudaki en ciddi iddialar, 2008’de Yeni Aktüel dergisinde (158. Sayı) çıkan, “27 Mayıs’ın dördüncü idamı mı?” başlıklı yazıda dile getirildi. O tarihte Tank Okulu’nda yedek subay öğrencisi olan Fehmi Yücel’e göre, Namık Gedik intihar etmemiş, camdan atılmıştı. Yücel’in anlattığına göre Gedik’in tutulduğu oda çift pencereliydi. Tavana yakın yükseklikteki bu çift pencerenin, arka arkaya olan tek kanatlı pencereleri arasındaki mesafe de yaklaşık 30 santimdi. Bir kişinin odada hız kazanıp bu kadar yüksekteki ve aralarında 30 santim olan iki camı birden kırması mümkün değildi. Zaten Yücel’in gördüğü kadarıyla cam, elmasla kesilmiş gibi kırılmıştı. Kırık bölüm bir kedinin geçebileceği kadar küçüktü. Camı Gedik kırmış olsa bile, ilk camı kırdığında birilerinin bu sesi duyması gerekirdi. Nitekim Namık Gedik’le aynı odada yatan dönemin Savunma Bakanı Ethem Menderes, cam kırılırken uyanmamıştı bile. Ama ertesi günkü gazetelerde Ethem Menderes’in “Gedik ya Allah diyerek kendisini pencereden attı” şeklindeki şahitliği yer almıştı.

Sırada Yassıada Yargılamaları ve infazlar vardı…


Özet Kaynakça:

Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun On Yılı: Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011;
Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, 1996;
Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, çev. Mehmet Ali Sebük, İsmail Hakkı Akın, Çeltüt Matbaacılık, 1966;
Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitabevi, 2000;
Ali Rıza Cihan, İsmet İnönü’nün T.B.M.M.’deki Konuşmaları (1920-1973), 2 cilt, T.B.M.M. Yayınları, 1993;
Metin Toker, DP Yokuş Aşağı (1954-1957), Bilgi Yayınevi, 1998;
Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Derleyenler: Ahmet İnsel-Ali Bayramoğlu, Birikim Yayınları, 2004;
Mehmet Ali Birand, Emret Komutanım, Milliyet Yayınları, 1986;
Orhan Erkanlı, Anılar, Sorunlar, Sorumlular, Baha Matbaası, 1973;
Bülent Ulus-Hakan Güngör, 555K, Bir Başkaldırının Sıradışı Öyküsü, Kor Yayınları, 2019;
Rüştü Erdelhun, 50 Yıllık Sır, Zaman Kitap, 2012.


Ayşe Hür – 27.05.2023

Tags: , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑